Güreş
Edoardo Malvenuti imzalı Türkçe belgesel Güreş, İsmail ve Turan adlı ikiz kardeşlerin yaşamından bilgiler veriyor. Vücut yapıları uygun olduğundan genç yaşta güreşe yönlendirilen ikizlerden biri Kırkpınar’da Baş Pehlivanlık için yarışırken, diğeri de bir alt kategoriden yükselmeye çabalıyor. Bu bir başarı öyküsü değil. En azından belgeselcinin kardeşlerle çekim yaptığı yıl başarıya ulaşamıyorlar. Yağlı güreş sporunu tanıtma amaçlı bir iş de değil. Yapmak için güçlü olmak gerekliliği dışında sporla ilgili en ufak bir bilgi içermiyor yapım. Spor sahnelerinde sadece yağlanıp güreşen (teknik bilgisi olmayan birine göre “boğuşan”) yetişkin erkekler izliyoruz diyebiliriz.
İsmail ve Turan filme almaya değer, sevimli kişilikler. Hayatta bir yere gelme çabasında oldukları, büyük ve ünlü olmak istedikleri her hallerinden belli oluyor. Katıldıkları ses yarışması da bunun kanıtı. Şarkıcı olmak istemişler ama güreşe yönlendirilmişler. Buraya kadarını anlıyoruz. Belgesel uzun değil, 52 dakika. Ama bu süreyi bile kullanamıyor. Kardeşleri kahvaltı yaparken, otomobille turlarken, birden fazla kez namaz kılarken ve çokça da yağlanırken görüyoruz. O kadar. Bir ara kardeşlerden birinin yenemediği rakibine yumruk attığına şahit olup içlerindeki karanlıktan bahsedileceği hususunda ümitlensek de, bu olay çabucak geçiştiriliyor. Ortada bir başarı öyküsü yok ve güreş sporuyla ilgili hiçbir veriye yer verilmiyorken Güreş adında belgesel yapıp iki kardeşi arzu nesnesi olarak dakikalarca sergilemenin amacı nedir, ben çözemedim. Yoksa yönetmenimiz bir tür John du Pont sendromumu mu yaşıyor?
Her senaryosuz görüntü kolajının “belgesel” adı altında pazarlanmasına bir son verilmeli.
Tanna
Bu yılın Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar adayı Tanna, Pasifik’teki Vanuatu adasında çekilmiş ilk film ve doğaçlamaya da yer verilerek yerli halkla çalışılmış. 80’li yıllarda yaşanmış bir hikayeden yola çıkan senaryo Türkiye coğrafyası için oldukça tanıdık ve bir o kadar da eski. Doğa görüntülerini izlemek keyifli, yanardağ sahneleri etkileyici, aşk öyküsü inandırıcı ve film aksamadan akıp gidiyor ancak Oscar etiketi sebebiyle beklentiyi yükseltenler salondan buruk ayrılabilir.
Yıkım Bebekleri
Yolda gördüğü birine sebepsizce saldıran genç adam, dayak yese de vazgeçmez ve her düştüğünde yerden kalkar. Karşı taraf ne kadar güçlü olursa olsun bu azim karşısında bir noktada pes eder ve yenilir.
Japon filmi Yıkım Bebekleri (Disutorakus beibîzu) şiddetin tarihçesi ve Otomatik Portakal’dan (A Clockwork Orange) ödünç aldığı temayla yukarıdaki paragrafta bahsettiğimiz hızlı girişi yapıyor. Taira adlı genç adam dünya düzenini hiçe sayıp tek başına anarşi yaratıyor. Uzunca bir süre onun biraz ürpertip biraz güldüren saldırılarını izliyoruz ve elbette sokaktaki insanın tepkisini. Bu gözlemcilik seyirciyi düşünmeye zorlarken, ikinci karakter Kitahara giriyor oyuna. Kamerasıyla olanları kaydedip uzun süre uzak ve korkak duran Kitahara inanması güç bir dönüşüm geçirip şiddet uygulayan tarafta saf tutuyor ve çok geçmeden de histeri krizleri geçirmeye başlayıp inandırıcılığını tümüyle yitiriyor. Çetenin üçüncü üyesi diyebileceğimiz, kaçırdıkları kadının ilk fırsatta şiddet uygulayan birine dönüşmesi kabul edilebilir, karakterin yeterli motivasyonu olduğu tahmin edilebiliyor ancak o da hiç durmadan bağırıp Kitahara’nın histerisine ortak olunca filmin ne düşünsel boyutu kalıyor ortada ne de etkileyiciliği. “Biri şunları sustursun lütfen” diye yalvaran gözlerle perdeye bakakalıyoruz.