Bu yazı, film hakkında spoiler içermektedir.
İçinde bulunduğumuz on yıl, korku sineması için verimli bir dönem oldu. İlerleyen yıllarda, sinema yazınıyla ilgilenen kimseler bu döneme dönüp baktığında, mevzubahis filmlerin, içinden geçerken fark etmesi zor anlamlar ve örüntüler taşıdığını görecek, belki de, henüz meyve vermemesine rağmen tüm dünyada yükselen sağın yol açacağı felaketlerin ayak izlerinin korku filmlerinin içinde gizlendiğini keşfedecekler… Postmodern bir hüviyet taşıyan, izleyiciye korkutucu deneyim yaşatmanın yanında tür üzerine kafa yoran, yüksek bilinç ürünü bu korku filmleriyle aramda, kendi kendilerini ameliyat masasına yatırmalarından Amerika’yı yeniden keşfetmelerine kadar uzanan çeşitli gerekçelerle mesafe bulunsa da, Ari Aster’in bomba etkisi yaratan Hereditary filmini başka bir yere, nerdeyse hepsinin üzerine koyuyorum. Sebeplerim ise tek bir başlığa indiremeyeceğim kadar çok.
Hereditary, ilk yarısı boyunca göstermekten imtina ettiği bir alt türe ait: Satanik bir film, hata payını göze alıp daraltırsak cadı filmi. Her şeyin temelinde, kökleri insanlık tarihiyle yaşıt, Hammurabi Kanunlarının ilk maddelerinde yer alacak kadar sosyal hayatın merkezine yerleşen, Avrupa’yı Orta Çağ’da kasıp kavuran toplumsal histeriye kaynaklık eden doğaüstü inanışlar var. Hereditary, tarih boyunca biriktirilen şeytan, büyü, cadı kültlerinin sanatsal mirasçısı, ki filmin adı “ırsi, kalıtsal olarak devralınan” anlamına geliyor. Miras kavramı, hem hikâyedeki kahramanlarımızın devraldıklarını, hem de Hollanda Altın Çağ ressamlarının cadı betimlemelerinden tutun da Rosemary’nin Bebeği’nin apartman dairelerine hapsolmuş satanik topluluklarına kadar uzanan kolektif sanat birikiminden filmin payına düşen kısmı karşılıyor. Zaten film de, miras gibi, sürekli bölünüyor. Film farklı açılardan kendini ikiye bölüyor, sonra da yazı tura gibi bir bütün yaratıyor: Biçimle içerik, ilk yarıyla ikinci yarı, mekânla zaman, iyiyle kötü, kadınla erkek filmin evreninde hem tekil hem de bir bütünün parçası olarak ayakta kalabiliyor.
Önce mekân. Hereditary’nin enfes açılış sahnesini, filmin ve ele aldığı doğaüstü kültlerin mekânla kurduğu ilişkinin metaforu, özeti olarak görmek mümkün, hatta elzem. Ana kahramanımız Annie bir minyatür sanatçısı; acılarını, arzularını, duygularını halılara ve kilimlere işleyen Anadolu kadınlarından aşina olduğumuz şekilde (Ne de olsa cadılığın kökleri bu topraklarda, ki cadılar da kapı önüne koydukları el işi süslemeler taşıyan paspaslar yapıyorlar) kendi hayatını, tüm trajedisiyle minyatürlere işliyor. Açılışta, ağaç evin -filmde ilk ve son gördüğümüz şey ağaç ev, açılışta gerçek dünyanın parçası, finalde gerçek dünyadan ziyade minyatürlerin dünyasına ait gibi duruyor- gösteren kamera, dönüp minyatürler arasında geziniyor, oğlu Peter’in (sonradan şeytanın ikamet edeceği nihai bedenin Peter olduğunu öğreniyoruz) odasında sabitlenip büyüyor ve gerçeğe dönüşüyor. Dönemin diğer korku filmlerinde bu tarz sahneler, planlar estetik bir tercih olmanın ötesine geçemezken, Hereditarybu ve benzeri bütün estetik tercihleri hikâyenin ve kurduğu dünyanın organik parçasına dönüştürüyor. Açılışta izleyiciye aktarılan ailenin bir maketin içine hapsolduğu hissi film boyunca hiç kaybolmuyor: Annie ile Peter’in yemek masasında tartıştığı sahnenin sonunda, Annie’nin ilk ruh çağırma seansından sonra kendi evine döndüğü anda ağaçlar arasında kalan evin görüntüsünde, Charlie’nin çatıya yapılmış odasına yapılan her ziyarette gerçek bir dünyayı değil, maketlerin içine yerleştirilmiş kuklaların hikâyesini izliyoruz hissi baskın geliyor. Bu durum, sadece filmin uzamını değil, zamanını da etkiliyor: Yaşanacakları mı, yoksa yaşanmış ve bitmiş olayları mı izliyoruz? Sıradan insanlar için gelecek olan, doğaüstü varlıklar için geçmişten ibaret mi? Bu soruları kadere, iradeye, seçimlere kadar uyarlamak, çeşitlendirmek mümkün. Filmin mekân çalışması bununla da sınırlı değil. Mesela koridorlar, iki dünya arasında köprüye benziyor, kurbanla dehşetin kaynağını birbiriyle buluşturuyor. Aster, koridordan bir karakteri veya koridordaki bir karakteri gösterdiği her planda, koridorun bir solucan deliği gibi sonsuza, zamanın ve mekânın dışına, gözle algıladığımız dünyanın ötesine ulaştığını hissettiriyor. Tabut gibi ailenin üstüne kapanan, onu hapseden ev de incelikli mekân kullanımının korku sinemasının en nitelikli örneklerinden. Kamerayı her defasında, Amerikan yaşamının en güvenlikli alanı olarak betimlenen evi bir dehşetin kaynağına dönüştüren yere koyuyor.
Aster’in en önemli başarısı, kamerayı, bizzat korkunun kendisine çevirmesi. Nasıl ki Son Durak’ta ölümün kendisi bir korku unsuruna dönüşüyorsa, Spielberg’in Duel’inde bir kamyon en büyük kâbus oluyorsa burada da kamera en önemli korku unsuru. Bir silah gibi doğrultulduğu her yeri dehşete boğuyor. Ari Aster, bunu somutlaştırmak istercesine, mezarlık sahnesinde insanları uzaktan gözlemleyen kamerayı, mezara usulca bırakılan tabutla birlikte aşağı kaydırarak toprağa sokuyor. Film, biçimsel açıdan benzerini çok az gördüğümüz bir seviyede, kâh saniyelik planlarla geceyi atlayıp zamanla oynuyor, kâh Charlie’nin kafasını kopartacak direğin üzerindeki büyüyü gördüğü anda durarak filmin başka yere evrildiğini gösteriyor. Dış çekimlerde kamera, güvende hissettiği evden uzakta olduğu için zayıflaşıyor, iç mekânda ise daha net, keskin ve olaya hâkim izlenimi sunuyor. Kaldı ki gün ışığında kameranın zayıflaması, İskandinavya’da hiç batmayan ama kendini ısıtmaktan bile aciz güneşin yarattığı zamansızlık hissini de veriyor filme. Tüm bu teknik yetkinlik, boğucu atmosferi yaratmanın yanında içeriği de kusursuz şekilde tamamlıyor. Hereditary’deki ailenin satanik bir tarikattan ziyade, kötücül bir kamera tarafından rehin alındığı hissini üstten atmak pek kolay değil.
Girişte dediğimiz gibi, film kendi içinde ikiye bölünüyor. İlk yarı, sıradan bir ailenin kayıplar sonrasında ayakta kalma çabasını, yaşadığı zorlukları, ikinci yarı da satanik bir grup tarafından terörize edilen ailenin karşı karşıya kaldığı dehşeti anlatıyor. İlki ima, ikincisi gösterme üzerine kurulu. Fakat filmin tamamına baktığımızda, ilk yarıdaki sıradan aile dramasının içerisine, ikinci yarıda gelecek dehşete hazırlık kabilinden özenle ekmek kırıntıları serpiştirildiğini görebiliyoruz: Anneannenin cenaze törenindeki şaşırtıcı kalabalık, açılan mezarlık, ayin yapan bir tarikatı andıran açılarla sunulan grup terapisi, Joan’ın suda boğulan oğlu ve torunundan bahsetmesi, Annie’nin uyurgezerliği, içine annesi tarafından ruh sokulduğunu iddia ederek 16 yaşında intihar eden kardeş, yanma ve boğulmalar… Filmin sonuna geldiğimizde, seyircinin de Aster’in elindeki bir minyatüre/filme sıkıştırılmış kurban olduğunu anlayabiliyoruz, her şey ayan beyan ortada ama olacakları fark etmek de kadere müdahale etmek de imkânsız. Eminim ki Aster, film boyunca soğuktan yakınan, aile bireylerine üşütmemelerini telkin eden ve filmin evreni içerisinde amaçsızca gezinen babayı ateşte yakma fikrini kâğıda döktüğünde bundan büyük haz duymuş, kahkaha atmıştır.
Hereditary çağımızın en iyi korku filmi mi, emin değilim ama en iyi cadı filmi olduğu kesin. Cadı filmi çünkü erkekler bu filmin hiçbir yerinde yok, varlar ama yoklar, Peter bile bir kurban değil, anneannesi, annesi ve kız kardeşi başlarını feda ederek onun Kral Paimon’un dünyevi ikametgâhı olmasını sağlıyor. Ve filmde ahlaka, Tanrı’nın veya insanın kurallarına, iyiye ve kötüye dair bir şey de yok. Kırıntısı dâhi yok. Sadece dehşet var, usulca ilerleyip metaforlarla derdini anlatırken de son yarım saatte vulgar bir dehşet senfonisine dönüşürken de cadıların, satanistlerin, büyücülerin, kısaca doğaüstünün öteki çocuklarının yanından bir an bile ayrılmıyor. Belki de Aster’in en büyük numarası, bütün kuralları, iyiyi ve kötüyü, doğruyu elinin tersiyle itmesidir. Eşiği aştıktan sonra da cadının süpürgesiyle yönetmenin kamerası arasında bir fark kalmıyordur.