Özellikle The Dark Knight ile birlikte Christopher Nolan tartışmalı bir figür haline geldi. Çünkü söz konusu filmin IMDB‘nin gelmiş geçmiş en iyi filmler listesinde zirveye oturması (bu yazıyı yazdığım sırada 12.’liğe geriledi) büyük tepki toplamıştı. Sinemaya ilgi duymak ve internette puanlama yapmak zahmetine katlanmak dışında bir nitelik aranmayan kullanıcıların kişisel zevklerine göre oluşturdukları bir listeye tepki göstermek saçma elbette. Ayrıca Nolan‘a yönelik tepkiler içinde derinlikli ve anlamlı eleştiriler de var. Ama sonuçta Nolan‘ın pek çok kişi tarafından yaşayan en büyük yönetmen olarak tanımlanması da pek akilane değil.
Following ve Memento gibi filmlerle bir fikri çarpıcı olduğu kadar derinlikli (isterseniz buna felsefi ya da entelektüel de diyebilirsiniz) bir biçimde perdeye yansıtabildiğini gösteren Nolan‘a bakışımızda, eğer dev bütçeli gişe filmlerine girişmeseydi, farklılık olacağını kabul ediyorum. Ancak Nolan‘ı takdir etmek için mesela Tarkovski gibi yönetmen olmasına gerek var mı? Ben özellikle, ister yakından ister uzaktan olsun, hâlâ takip ettiğimiz popcorn sinemasına yeni bir soluk, olumlu bir seviye kattığı için memnunum.
Stephen Spielberg ve George Lucas‘ın 70’lerde Hollywood endüstrisine yeni bir ivme kazandırdığını hatırlayalım. Sadece yönetmen ve senarist olarak değil, yapımcı olarak da her yaştan insanı cezbeden, seyirciyi büyüleyen masallara hayat verdiler. Görkemli ve maliyetli prodüksiyon formülü Hollywood’u içine düştüğü krizden kurtardı. Ancak geniş kitleye hitap etmek endişesi, stüdyoları düşük ortalamalı bir seyirci kitlesine yönlendirdi. Başından sonuna kadar belli bir keyifle seyredilebilen, ama ışıklar yandığında geriye pek bir şey bırakmayan filmler çoğaldı.
İşte, The Dark Knight filminin gişe rekorları kırması bu açıdan önemli, Christopher Nolan da bu yüzden önemli bir yönetmen. Nolan‘dan önce bu çaptaki her filmin seviyesiz olduğunu iddia edemem, içlerinde çok sevdiklerim var, ama hiçbiri Nolan kadar seyircinin zekâsına hürmet göstermiyordu.
Zaten Nolan‘ı en öne çıkaran etmen olarak zekâsı gösteriliyor, ama sinema tarihindeki en zekice filmlerin box office listelerinde de zirveye oturduğunu söyleyemeyiz. Bu yüzden seyircinin zekâsını küçümsemeyen bir yönetmen olduğunu vurgulamak gerek. Son filmi Başlangıç da bunu en çok gösterdiği filmlerden birisi. Çünkü filmin “rüya içinde rüya” şeklinde özetleyebileceğimiz yapısını henüz filmin başında, çocuksu basitlikte izahlara girişmeden, önceliyor.
Rüyaların yaşamı
Başlangıç‘ın konusu (rüyalara girmek, gizli bilgileri çalmak, fikir ekmek, yaşananların gerçekliğinin belirsizliği) insana hemen eski referansları düşündürtmeye başlıyor:
Rüyalar ilk kez işlenmiş bir konu değil. Ölümün kardeşi denilen uykunun yaşama tutunduğu pamuk ipliği de diyebiliriz rüyalara. Mitolojide ve semavi dinlerde yaşadığımız dünya ile gayb aleminin arasında iletişim aracı olarak görülmüş daha çok (mesela Hz. Yusuf‘un firavunun rüyasını yorumlaması). Ancak daha sonra gerçekliğin sorgulanmasında/izahında metafor olarak önemli bir işlev görmüş. Platon‘un, idealar dünyasının gerçek, bu hayatınsa çarpık bir yansıma olduğu düşüncesine karşılık İslam tasavvufunda da bu hayat bir rüyadır, gerçek hayat ahirette yaşanacaktır. Platon sanatın “yansımanın yansıması” olduğunu söyler; tasavvufa göre de bizim rüyalarımız aslında rüya içinde rüyadır. Pozitivizmin babası Descartes da felsefeyi sıfırdan inşa etmek için böylesi bir akıl yürütmeden hareket etmişti: Ya gördüğüm, duyumsadığım, algıladığım her şey bir rüyaysa?
“Meğer herşey rüyaymış,” kalıbı edebiyatta bir kurgusal oyun olarak kullanılageldi. Alis Harikalar Diyarında‘nın sonundaki bu izah, bizi ikircikli konumda bırakmaktan da geri durmaz. Şeytanın Avukatı, 13. Kat, Dövüş Kulübü, Zindan Adası gibi filmlerin de bu geleneğin uzantıları olduğunu söyleyebiliriz. Rüyayı daha kompleks bir öğe olarak ele alanlar da oldu. Mesela Borges‘in “aslında bir başkasının rüyası olduğunu keşfeden” kahramanını unutmak mümkün değil. Márquez‘in kitabının sayfalarında bir karakter bir başkasına şöyle söyler: Dün gece rüyamda, senin beni rüyanda gördüğünü gördüm.
Ve elbette Matrix. Ama ona yazının sonunda geleceğim.
Sonuçta hepsi sinema
Yukarıda değindiğim gibi, Başlangıç dahiyane bir buluşa dayanmıyor. Ancak kendi kurduğu mantığa ihanet etmeden, sonuna kadar keyifle seyrediliyor. Ustaca kameraya alınmış ve kurgulanmış aksiyon sahneleri, rüya katmanlarında hızla gidip gelirken, başkarakterin duygusal travmalarını aktarmaya sekte vurmuyor. İki buçuk saate yakın süresini tamamen filmin hikâyesinin akışına ayırıyor, seyircinin olaylar sırasında kaybolmasından korkmuyor. Hikâye ağı sıkıca örüldüğü, boşluklar minimuma indirildiği için de işin içinden yüzünün akıyla çıkıyor. Bir fantezinin onca detay içinde kaybolmadan sıkı bir hikâye örgüsüne sahip olması önemli; Yüzüklerin Efendisi gibi eserlerin kült olmasının sebebi biraz da bu, değil mi?
Sonuçta filmi Masis Üşenmez‘in dediği gibi “Ocean’s Eleven’ın rüyalara dadanması,” olarak özetlemek mümkün. Ancak çok daha komplike, çok daha ustalıklı ve çok daha keyifli. Bütün bunlar sinema salonuna gitmek için yeterli birer sebep.
Peki, film hakkında yürütülen felsefi tartışmalara ne demeli? Başlangıç rüyalar ve gerçeklik hakkında akıl yürüten bir film değil. Bu kavramlar üzerine bir fantezi/bilimkurgu inşa ediyor sadece. Ancak bunu yaparken yararlandığı kavramların içini boşaltmayarak seviye kazanıyor. Bu yüzden rüyalar/gerçeklik hakkında düşünmek için ilham veriyor. Zaten filmin içerisinde bizi daha öteye itekleyecek bir söylem de yok. Bu konumda kalırsak, yani filmi bir ilham noktası olarak alırsak, düşüncelerimizi dilediğimizce sürmenin bir mahzurunu göremiyorum. Hatta bu yüzden The Matrix‘ten daha dürüst buluyorum. The Matrix, ilk yarısı boyunca bizi söz konusu kavramların içerisinde sallıyor, Jean Baudrillard‘ın Simülakrlar ve Simülasyon‘u gibi “sağlam” referanslarla bir felsefeye işaret edermiş gibi yapıyor, ama ikinci yarısında ve devam filmlerinde bilindik kahramanlık mücadelesini yutturuyordu. Oysa Başlangıç‘ta böylesi kaypak bir söylem yok; beklentileri görmezden gelirsek, vaat ettiğini fazlasıyla veriyor, bu kadarıyla yetiniyor.
Son söz olarak: Hava çok sıcak!