BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Bazı şeyleri yaşamayan da yazamaz benim öykülerimi. Bir Orhan Pamuk romanı ya da İhsan Oktay Anar öyküsü gibi kurulmuş bir kurgu değil çünkü bu. O anlamda benim öykülerim Marguerite Duras'nın ve Jeanette Winterson'ın öyküleri ile birlikte okunmalı.

Medya'sıl

Haşmet Babaoğlu: “Yanlış olan evlilik kurumu değil, evliliğin içine aşkı sokmaya çalışmamız.”

Bazı şeyleri yaşamayan da yazamaz benim öykülerimi. Bir Orhan Pamuk romanı ya da İhsan Oktay Anar öyküsü gibi kurulmuş bir kurgu değil çünkü bu. O anlamda benim öykülerim Marguerite Duras’nın ve Jeanette Winterson’ın öyküleri ile birlikte okunmalı.

25 Eylül 2003 tarihli Haftalık dergisinde yayınlanan bu sohbeti Haşmet Babaoğlu‘nun Rüyalarını Ver Bana kitabı çıktığı günlerde gerçekleştirmiştik. Konuşulan mevzuların, dile getirilenlerin tedavülden kalkmadığı söylenebilir hala.  Dolayısıyla paylaşmakta sakınca görmüyorum.

“Çocukluğuna inelim.” Beylik bir laftır. Haşmet Babaoğlu ile ilgili bu tür planlarım yoktu elbette. Ama sohbetin bir yerinde söyledikleri, yazara ait eski bir çocukluk fotoğrafının yerini tuttu. 12 yaşında, – yani yaşıtları Teksas Tommiks okurken annesinin kütüphanesinde bulduğu Dostoyevski‘nin Budala‘sını okuyan bir çocuktu bu. Söyleştiğimiz yetişkin Haşmet Babaoğlu ise “O yaşta Prens Mişkin’le karşılaşmak öldürücü bir şeydir. Hiç tavsiye etmem,” diyordu. Ama yine de, o günlere geri dönme şansı olsa o kitabı bir kez daha eline alıp okumaktan geri durmaz gibi geldi bana. Zaten başına gelecekleri bile bile aşkı da her defasında “buyur” eden kendisi değil miydi? Ben bunları sohbetimizin ertesinde öğrendim ve bu sohbetin H.B. ile ilgili içerdiği ipuçları bunlarla sınırlı değil üstelik.

Ne zaman ve nasıl başladınız bu “çift kişilik” öyküleri yazmaya?

Kendimi sorgulamamla başladı. İlişkileri, bu sırada başınıza gelenleri en iyi hikaye formu içerisinde anlıyorsunuz. Ben de fark ettim ki hikaye olarak yazdığımda hem bazı şeyleri arkamda bırakıyorum, hem de olanları daha iyi anlıyor, daha iyi sorguluyorum. Ayrıca ben bunları yalnızca bir kadın ve bir erkeğin dahil olduğu çift kişilik hikayeler olarak görmüyorum. Çünkü ben kadın erkek ilişksini çift kişilik olarak görmem. Her zaman ötekiler sayesinde var olur bir kadın erkek ilşkisi. Adam Philips‘in söylediği bir söz – ki hikayelerimden birinde de vardır – benim için çok temel bir gerçeğe işaret eder:

“İki kişiden çok iyi arkadaş olur. Ama bir aşk ilişkisi ve sevgililik için daima üçüncü kişilere ihtiyaç vardır.” Hep ötekiler vardır. Başkaları 0lmadan aşk olmaz. Aşk, aşık ile arasındaki ilişki değildir. Aşk bir yönüyle tek kişilik bir duygudur. Öteki yönüyle  başkaları sayesinde var olan bir şeydir. Aslında iki kişinin birbirine aşık olması üçüncü kişilerden bir şey çalmaktır, yani hırsızlıktır.

Size sık sık “aşk yazarı” diye bir tanım yakıştırılıyor. Oysa siz aşktan çok ilişki içersinde yaşanan halleri yazıyorsunuz.

Ben aşk yazarı değilim. Aşka çok önem veriyorum ama ben ilişkileri yazıyorum. Daha çok ilişkileri sorguluyorum. Peki neden en uyduruk ilişkiler bile son bakışta aşk gibi gözükür bize? Biz onların içindeki aşk kırıntılarını son bakışta fark ederiz çünkü.

Nokta vuruşu hassasiyetinde saptamalar yapıyorsunuz, okuyanlar kendilerinden bir şeyler buluyor hikayelerinizde. İnsan düşünmeden edemiyor, Haşmet Babaoğlu bunları bizzat yaşadı mı diye?

Bunlar edebiyat öyküleri. Birebir yaşamak şart mı sorusu çok uymuyor. Ama şunu da söyleyeyim: Bazı şeyleri yaşamayan da yazamaz benim öykülerimi. Bir Orhan Pamuk romanı ya da İhsan Oktay Anar öyküsü gibi kurulmuş bir kurgu değil çünkü bu. O anlamda benim öykülerim Marguerite Duras‘nın ve Jeanette Winterson‘ın öyküleri ile birlikte okunmalı.

Peki böyle isabetli saptamalar yapmanın sırrı nedir? Hangi birikimleriniz yardımcı oluyor size?

Psikanaliz bilgim. Seksenlerden sonra başladım ilgilenmeye, hala da sürüyor bu merakım. Benim en entellektüel hayatımda Lacan‘ın, Melanie Klein‘ın çok özel yerleri oldu. Türkiye’de insanlar başkalarına anlatmak için entellektüel  olurlar. Benim derdim kendimle. Dolayısıyla öykülerimde bu bilgilerden, bu okumalardan çok somut şeyler göremezsiniz, görmeniz de gerekmez. Onlar benim kafamda ve o öyküleri ortaya çıkartan sorgulayan zihnin kaynağını oluşturan psikanaliz ve tabii ki edebiyat.

Bunlar donanımlar. Kişilik özelliği ve hayat tecrübesi olarak ne gerekiyor peki?

Aşk tokadını yemiş olmak gerekiyor. Ve özellikle: “Artık hiç benim başıma gelmeyecek, bütün güvenlik önlemlerimi alldım” derken, son anda “taaak” diye yemiş olmak gerekiyor. Onu sonra bir güzel saçma sapan, hüzünlü ve yorgun bir ilişkiye çevirmek, ondan kopmak, “bir daha asla” demek ve tam dediğin sırada bir tokat daha yemek.

İlişkilerin özünü anlamamız kendimizi sorgulamızdan mı geçiyor size göre?

Evet ama kimseye de kendini anlamak için, kendiisini sorgulamasını tavsiye etmem. Yaşamak anlaamaktan daha iyi. Ama buunu çok da kabaca yorummlamamak lazım. Bazen kendimi dinlemeyeyim, anlamayayım diye öküzce bir yaşam sürmek ve züccaciye dükkanında dolaşan bir fil olmak da mümkün. Ama biz bir defa kaybetmişiz. Ben kendimi ergenliğimden beri sorguluyorum. Kendimi, çevredekileri, her şeyi anlamaya çalışıyorum.

Sizi bu konularda yazdığınız için eleştiren yazarlar da var. Onların aşkı önemsemediği söylenebilir mi?

Bazı politik yazarlar var, “bu herif neden aşk meşk yazıyor” diyorlar. Şurada deprem olsa, bir tek çiçeği burnunda aşıklar, aşkları hararetini hala koruyanlar depreme rağmen aşklarını düşünürler. Nasıl aşk önemsenmezmiş. Kim takar politikayı, başbakanı, zortu zartı Türkiye’yi, milliyetçiliği, solculuğu zartçılığını o sırada. Ben Gölcük Depremi sırasında eminim ki aşık olanların kalpleri aynı pırpırlıkta çarpmaya devam etti.

Yazdıklarınızı basılmış halde görmekten büyük haz alan yazarlardan mısınız?

Tam tersine bu kitabı karşımda görmekten bile huzursuzlanıyorum. Söyleşi yapmaktan huzursuzlanıyorum, imza günlerinden kaçıyorum. Aslında ben gazetede köşe yazarı olmanın anonimliğinde saklanıyorum. Buna ne zaman alışacağım bilmiyorum. Ben yazmayı seviyorum ama yazının kayıt olarak kalmasını sevmiyorum. Bu sevişmeyi sevip çocuk yapmamak gibi bir şey.

Okumayı bir hayat motivasyonu haline getirenler için bir kabus olurdu bu dediğiniz.

Bana göre son iki yüzyılda insanlığın bir yüzyıl daha ihtiyacını karşılayacak kadar kaliteli kitaplar yazıldı. Hiç yeni şeyler yazılmasına ihtiyacı yok insanların. Yeter ki bugüne kadar yazılanları okusunlar. O yüzden bizim yazdıklarımız niye kitap oluyor, ağaçlar neden harcanıyor diye düşündüğüm de oluyor zaman zaman.

Roman yazacak olursaanız bir gün, ne tür bir rooman olacaktır bu?

Roman yazmak kocaman bir hayat yazmak, kendine bir hayat kurmak gibi bir şey. Şu anda bir roman yazmak isteemiyorum. Ama yazarsam, insanın çok karanlık bir yanı var ve onu romanlaştırmak isterim.

Bu “karanlık yön” olayını biraz daha açar mısınız?

İşin içinden çıkamadığımız bir durum var. İstemek sevmek değil, sevmek istemek değil. Bu insanın en berbat çelişkilerinden biri. İnsanın sevmekle, aşkla meşkle hiçbir sorunu yok. Bütün sorunumuz cinsellikle. Her şeyi berbat eden de ama hep, peşinden koştuğumuz da cinsellik.

Bütün ilişkiler benzer prensiplerle yürüüyor. Bu bütün ilişkileri bekleyen son aynı mı sorusuyla karşı karşıya bırakıyor bizi …

ilişkileri iki şey bekliyor. Biri sıcağı sıcaağına bir ayrılık, diğeri soğuğu soğuna şefkat. Yani ilişkilerin en temel düşmannlarından biri şefkat. Kopmuyorsan eğer, yavaş yavaş şefkate dönüşüyor aranızdaaki. Bu insanın trajiği. Yani çok güzel bir şey yerini bir başka şeye terk ettiği için bozuluyoruz. Ne acıklı bir hikaye ya. Kim şefkatın kötü bir şeyolduğunu söyyleyebilir. Ama şefkat bir aşkın arkasınndan geliyorsa kötü bir şey oluyor.

Futbol ve taraftar arasındaki ilişki de bir tür aşk olarak nitelendirilebilir. Siz futbolla aranızdaki ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz?

Futbol benim için kadınları düşünmekten, kendime dert etmekten kurtulma yollarından biri. İkincisi erkeklerle barışma alanım. Her erkek diğer erkeklerle kavga değil de barışık yaşamanın değişik yollarını arar. Bir tanesi mahalleye çıkmak ve onlarla bir şeyler yapmaktır. Diğeri kahveye gitmektir. Diğeri eşek muhabbeti yapmaktır. Benimkisiyse futbol. Bazen “iyi ki var bu futbol” diyorum. Yoksa tahammül edimiyor şu gündelik hayata. Acılarımızı dindiren bir ağrı kesici gibi futbol. Ama ben kadınları hiç bir şeye değişmem. Kadınlar bir hiç haline gelirlerse bunu da inkar etmem. Ama futbol kadınların yerini asla doldurmaz.

Fanatiklerin futbolla ilişkisi de arabesk aşkları çağrıştırmıyor mu?

Tutkuyla, kıskançlıkla çabalayacağın bir sevme biçimi yok futbolda. Takımın seni hiç terk etmiyor. Sen de onu terk etmiyorsun. Hiç fanatizme gerek yok. Ben fanatikleri o yüzden anlamıyorum. Fanatikler çektikleri acıların gerçek kaynaklarıyla kavga etseler daha iyi.

Futbolla dingin, sakin, keyifli bir ilişkiniz var. Kadınlarla ilişkiniz de böyle mi?

Hiç ilgisi yok. Hiçbir normal kadın erkek ilişkisi dingin ve sakin olmaz. Yalandır bu. O zaman ilişki yoktur zaten.

Evliliklerin artık daha zor yürümesine ne diyorsunuz?

Bu evliliklere ne oluyor diye çok tartışılıyor. Evlilikleri biz yaptık. Evlilik bir aşk modeli değil ki. Evlilik binlerce yıl içerisinde insanlığın bulduğu en büyük, en verimli soyu devam ettirme ve kadınla erkeğin bir araya gelme modeli. Post-romantik çağda içine aşk sokulmaya çalışılıyor bu kurumun. O kadar komik ki. Türkiye’de görücü usulüyle evlenen insanların birbirine aşık olmasını istiyorlar. Evliliğin hiç bir günahı yok. Evlilik hiç yanlış bir kurum değil. Yanlış olan evliliğin içine aşkı sokmaya çalışmamız.

Kadınlar sizinle birlikte olmaktan korkmuyorlar mı?

Korkuyorlar… Ama artık ben de korkuyorum. Zaten bu kadar dikkat ve sorgulama erosun baş düşmanıdır. Yani durumum vahim… •

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et