Bazı yazarların yeni romanlarını beklemek, uzun yola gitmiş bir sevgilinin dönüşünü beklemek gibidir. Hasan Ali Toptaş’ın yeni romanı Heba‘yı da, uzun yoldan dönen bir sevgili gibi karşıladım ben: Önce dokundum, doyasıya kokladım yüzünü, sonracığıma, efendime nasıl söyleyeyim; açtım yüreğimi, yüreğine Toptaş’ın, can kulağı ile dinledim yeni romanının yolculuğunu…
Ercan Dalkılıç
Sıra dışı kurguları ve sonsuzluğa uzanır gibi akıp giden usta işi diliyle tanıyoruz Hasan Ali Toptaş’ı. 7 yıl önce tanıştığımız “Uykuların Doğusu”ndaysa, kendini aşmaya, yeni bir şeyler denemeye çalışan bir Toptaş’la karşılaşmıştık; daha çok betimliyor ve logosa daha çok kulak veriyordu. Peki, “Heba”da nasıl bir Toptaş’la karşılaşacak okur?
Her şeyden önce öteki romanlarıma kıyasla daha farklı ve daha zengin bir kelime varlığıyla karşılaşacak. Yine öteki romanlarıma kıyasla, farklı bir hayata temas ediş şekliyle karşılaşacak. Kaybolup giden inceliklere, unutulan değerlere küçük küçük dokunuşlarla karşılaşacak. Bir de, yer yer sert ve pervasız, yer yer de merhametin rengini alan ipek yumuşaklığında bir dille karşılaşacak. Yani, bütün bunları yapmaya çalıştım ama yapabildim mi bilemiyorum tabii.
“Kasaba meydanında, elinde Kemalettin Tuğcu’nun kitabıyla gezen bir çocuk. Ben dünyaya hâlâ o çocuğun gözleriyle bakıyorum. Fotoğrafın çekildiği yer, Kayıp Hayaller Kitabı’ndaki Sinemacı Şerif’in salonunun önü; arkadaki ahşap tırabzanlar, halkevi diye bilinen o salonun tırabzanları. Ben birkaç yıl önce fark ettim; fotoğrafta kitabı tutarken parmağımın birini ayraç niyetine sayfaların arasına sokmuşum. Demek ki fotoğraf ekilmeden önce kitabı okuyormuşum. Kasaba meydanında, sinema salonunun önünde. Bu hoşuma gidiyor. Fakat o fotoğrafın olduğu yerde şimdi bir banka binası var; işte o hoşuma gitmiyor.”
Hasan Ali Toptaş, Radikal Kitap (5 Nisan 2013)
Fellini sinemasında karşımızda çıkan, meydanlarda oraya buraya koşuşturup kendi kendine konuşan meczup, yarı-meczup karakterler, Hasan Ali Toptaş eserlerinin de önemli yapıtaşlarından olarak göze çarpıyor. “Kayıp Hayaller Kitabı” olsun, “Uykuların Doğusu” olsun, hep bu karakterler kimsenin görmediğini görüyor, kimsenin söylemeye cesaret edemediğini söylüyorlar. Neden bu kadar önemli bu karakterler Toptaş eserlerinde?
Delilik, yüce bir mevkidir bence. Çocukluk da öyle. Hep söylerim, hakikat diye bir şey varsa ona en çok yaklaşabilenler delilerle çocuklardır. Masumiyetlerini kaybetmemişlerdir çünkü, bilgiyle kirlenmemiş, kendilerini kendilerine akıl ipiyle bağlamamışlardır. Delilerle çocukların dışında kalanlar, hakikatin kilometrelerce uzağında döner dururlar. Biliyorsunuz, en şaşırtıcı soruları da delilerle çocuklar sorar. Akıllıların hiçbiri akıl denen engeli aşıp da topun neden yuvarlak olduğunu sormaz mesela. Fakat çocuk bunu sorar. Bazen de çocuklar ve deliler öteki insanları afallatacak kadar güzel sözler söylerler. Akıl gözeneklerini bilgi tıkamamıştır çünkü, hayat onların ağzından daha rahat konuşur. Bu açıdan bakıldığında, yazmak ya deliliktir ya da çocukluk. Belki benim romanlarımdaki deliler, bir yandan romanın ruhuna hizmet ederken bir yandan da bana yoldaşlık ediyorlardır.
“Heba”da edebi dilinizi biraz daha günlük dilde kullanılagelen ifadelerle, hatta küfürlerle zenginleştirme yoluna gitmişsiniz. Can Yücel’in de geçmişte ifade ettiği gibi, küfür aslında Anadolu’da hayli yaygın; efkâr, sitem, kızgınlık vb. ruh hallerinde ve aslında gayet masumane olarak kullanılmakta. Halkın dilinde sözsel bağlaç gibi bir yerleşikliği mevcut adeta. “Heba”da nasıl bir yere denk düşünüyor bu günlük dil ve küfür?
Evet, küfür bir hayli yaygın. Onun da çeşitleri var tabii, bazı küfürleri sadece söyleyen işitiyor, bazıları başka birine yönelik oluyor, bazıları da öylece boşluğa bırakılıyor. Bir de noktalama işareti gibi cümlenin sonuna yahut başına eklenen küfürler var biliyorsunuz. Küfür hayatın bir gerçeği. Ruhun da teneffüse çıkma şekillerinden biri. Hayatın bu gerçeğini görmezlikten gelmek, bizi daha ahlâklı kılmaz. Heba’da sözünü ettiğim bu küfürlerin birkaç çeşidini denk düştüğü yerlerde kullandım. Selçuklu Osman mesela, Harran Ovası’nın ayak ucunda, o kuş uçmaz kervan geçmez yerde, o sefil ve korku dolu hayatın ortasında durup durup küfrediyor. Bir köye küfrediyor ve o köye, yıkıl diyor. Sağa dönüp küfrediyor, sola dönüp küfrediyor. Nereye döndüğünün önemi yok, çünkü yıkılmasını istediği köy Osman’ın kafasının içinde. Belki köy dediği şey hakikaten bir köy değil, köy kelimesinin içine öfkelendiği şeyleri koyuyor. Küfretmeyip ne yapsın Osman, elindeki piyade tüfeğini çevirip sağa sola ateş mi açsın? İyi ki küfrediyor bence.
Bana kalırsa, edebiyatımızda taşranın ruhsal analizini “Kayıp Hayaller Kitabı” kadar iyi çizebilen ikinci bir roman daha bulmak çok zor. Yusuf Atılgan’da, Kafka’da, Joyce’da, Beckett’da olduğu gibi, Toptaş’ın dilinde de alttan alta sezilen, hissedilen bir ağır bir ‘taşra bunaltısı’ mevcut. Denizlinin bir kasabasında büyüyen Toptaş için taşra neyi ifade ediyor bugün?
Artık taşradan söz edilebilir mi bilmiyorum. Yeryüzünün bu saatinde artık her yer taşra. Yahut her yer merkez. Taşra her şeyden evvel bir sükûnettir benim için. Zamanın yavaş, bir hayli yavaş aktığı yerdir. Hatta zamanın bazen akmayıp kavaklara, bacalara, çitlere takılıp kaldığı yerdir. Bugün teknolojik gelişme yüzünden zaman her yerde hızlı akıyor. Üstelik de gürültülü akıyor. Taşraya özgü değerlerin yerinde de yeller esiyor. Heba’da, kaybolup giden taşradaki değerlere alttan alta bir hayıflanma vardır bu yüzden, minik notalardan oluşmuş bir sızı gibi geride bir yerde akar durur. Mesela, çocukluğumda tanık olduğum bir düğünü anlattım romanda; neşeyi, insan sıcaklığını, davranışlardaki incelikleri, güzel gelenekleri. Ne yazık ki bugün öyle bir düğünü aynı yerleşim biriminde görmek pek mümkün değil. CD eşliğinde, donuk ve soğuk bir hâl aldı düğünler. Eski düğünlerde, kıyaslama yapmamak için insanlar birbirlerinin armağanlarına bilhassa bakmazlardı. Bugün onların çocukları ellerine mikrofonu alıp, takı töreninde, kim ne taktıysa bas bas anons ediyorlar. Acı bir durum, nereden nereye…
Hasan Ali Toptaş‘ın eserinden uyarlanan Gölgesizler filminden bir kare.
Son olarak; “Gölgesizler”, Ümit Ünal yönetmenliğinde sinemaya uyarlandı. Ne düşünüyorsunuz bu uyarlama için?
Bu tür edebiyat uyarlamalarında, kitabın etkisini filmden beklememek gerekir. Filmin etkisini de kitaptan beklememek gerekir. Bu ikisine de haksızlık olur. Sinema ve edebiyat iki ayrı disiplin; malzemeleri, olanakları, dilleri farklı. Hatta, filmin gösterime gireceği günlerde söylediğim gibi, bu ikisinin algı ortamları bile farklı; filmi izlemek için karanlık, romanı okumak için aydınlık gerekiyor. Aynı günlerde Ümit Ünal da, Gölgesizler’den farklı bakış açılarıyla birkaç film yapılabileceğini, yaptığı filmin bunlardan biri olduğunu söyledi. Dolayısıyla, başarılı bir Ümit Ünal filmi Gölgesizler. Ben izlerken romanı unutmaya çalışarak izledim, doğrusunun bu olduğunu düşündüm.