Bu yazı, film hakkında spoiler içermektedir
Bu coğrafyada, bir tavuk için onlarca insanın öldüğü, bir o kadarının hapse girdiği, yarım asır boyunca sürdürülen kavgalar yaşandı ve hiçbiri, kesinlikle, “hayvan hakları” kavgası değildi. Dedelerinin, vakti zamanında “tarla sınırı çiğnendi” diye çıkardığı kavga nedeniyle, karanlık çökünce karşı mezranın sınırından hâlâ geçmeyen torunlar var. Hem hiç tanımadığı birine evini açan, onu alıp büyüten, evlatlarından ayırmayanların hem de sırf kendi aşiretinden, ırkından, dininden diye aslında nefret ettikleri birileri için hayatlarını hiçe sayanların hikâyeleri hala kulağımıza çalınır. Eh, Ortadoğu böyle bir yer; hizipçiliğin ve hamasetin kol gezdiği, rasyonel olmayan, “çelişkili” bir coğrafya. Ufak bir iyiliğin karşısında yıllarca boyun büken, minicik bir kötülüğün kavgasını asırlarca veren, özür dilememek için ölmeye ve öldürmeye hazır insanların toprakları. Bütün coğrafyalar biriciktir ama Ortadoğu daha biriciktir; ırkçılığı da kavgaları da bir başkadır. “İçeriden baktığımız” için kanıksadığımız, dışarıdan bakıldığında veya bir adım geriye çekildiğimizde, anlamsızlığını ve saçmalığını net şekilde görebildiğimiz, hiç de gurur duyulası olmayan durumlara ev sahipliği yapan, dev bir girdap. Batı Beyrut (1998) ile tanıdığımız Ziad Doueiri’nin son filmi Hakaret (The Insult) da, künyesinde Ortadoğu yazanlara yabancı olmayan, yeşerdiği topraklardan söküp başka yere taşıdığınızda solan bir öyküyle kapımızı çalıyor: Bir Filistinli mülteci ile bir Lübnanlı Hristiyanın, ufak bir balkon gideri yüzünden başlayan ve yavaş yavaş ülkenin dört bir yanını saran, kökü derinlerde olan kavgası.
Toni Hanna (Adel Karam) Lübnanlı Hristiyan, oto tamircisi bir baba adayı, Yaser Salameh (Kamel El Basha) ise Filistinli Müslüman, Lübnan’da mülteci bir inşaat şefi. İkisinin yollarını kesiştiren ise, sokağa su akıtan, hatalı bir balkon gideri. Toni, balkon yıkarken, sokakta çalışma yapan işçilerin başındaki Yaser’e -Ortadoğu’da ve daha birçok yerde mülteci, ucuz iş gücü anlamına da gelir- su sıçratır, Yaser sorunlu gideri onarmak için kapısına gider, Toni müsaade etmez ve işçileri eve almaz, Yaser bu defa dışarıdan gideri onarır, Toni ise sinirlenip onarılan boruyu parçalar, dayanamayan Yaser “aşağılık herif” diyerek hakaret eder… İki taraf arasında tenis maçı temposunda cereyan eden bu olayda iyiyle kötü, doğruyla yanlış bellidir; izleyici olarak “iki birey” arasında tarafımızı kolayca seçeriz. Hikâyenin devamında ise Toni, Yaser’in özür dilemesini ister; bir Lübnanlı, ev sahibi olarak, ülkeye sonradan gelen bir mülteciden “hakaret” işitmiştir ve özür dilenmeden konunun kapanmayacağını belirtir. Yaser ise, hepimizin tanık olduğu üzere, haklıdır ve özür dilemek istemez lâkin evi sırtında bir salyangozdur, vakti zamanında İsrail tarafından Ürdün’e göç ettirilmiş, oradaki huzursuzluklar nedeniyle de Lübnan’a geçmiştir. El mahkûm özür dilemeye gider ama Toni, gururuyla cebelleşen bu insanı, Filistinlilerin Lübnan’ın başına açtığı belaların zanlısı olarak görmektedir ve ağırlığı tonla ölçülebilen, o son sözü söyler: “Keşke Ariel Şaron hepinizin kökünü kazısaydı”. Yaser bu söze, yumrukla cevap verir. O anda, Toni ve Yaser buharlaşır, gövdelerine temsil ettikleri kimlikler konar. Safkan vatandaşla bir mültecinin kavgası, hukuk mücadelesi başlar.
Ziad Doueiri, girizgâhta, kimin haklı kimin haksız olduğunu, şüpheye yer bırakmayacak şekilde resmetmiştir: Toni kötü ve haksız, Yaser iyi ve haklıdır. Fakat Ortadoğu’da ne olaylar ne de bireyler tekildir; her şeyin öncesi ve bir sebebi, her bireyin temsil ettiği ve omuzladığı bir kimliği vardır. Sokakta bir insan yerine “Suriyeli” görmemize benzer şekilde, Toni de baktığı yerde bir Filistinli, evini işgal eden bir mülteci görür. Yaser, İslam coğrafyasında kutsanan bir davanın parçasıdır lâkin bu kutlu dava konuk olduğu her eve huzursuzluk getiren, kerhen ağırlanan uzak akraba gibidir. Olaylar gelişir, aktörler çoğalır; Toni ve Yaser, haklı ve haksız, yerini biz ve onlara bırakır. Herkes “kendinden olanın” tarafına geçer ve iş yavaş yavaş çığırından çıkar; avukatlardan basına, eş dosttan alevli kalabalıklara kadar dahili olanlar “sadece” kazanmak ister. Oysa Toni ve Yaser, kazanmanın veya kaybetmenin peşinde değildir, kendi ahlak anlayışlarının, değer yargılarının dışına çıkmadan meseleyi çözmek isterler fakat mevzu kartopu misali yuvarlanmakta ve büyümektedir. Kâh Yaser, Toni’yi zor durumda bırakacak bir bilgiyi mahkemeden gizleyerek kâh Toni, Yaser’in gururunun incitilmesine karşı çıkarak aklıselimi çağırır. Taraflar birbirinden uzaklaşırken, Toni ve Yaser içten içe yakınlaşır. “Coğrafya kaderdir” sözü, belki İbn-i Haldun’a ait değildir ama Tony için söylendiği kesindir, Lübnan kendi çocukları için hem kader hem de kederdir. Yaser’i öldüren de ne Lübnan ne Ürdün ne de İsrail devletidir, katili kendi devletsizliğidir.
Hakaret’te, bize özgü bir açmazı, bize özgü bir sinema diliyle, daha doğrusu dilsizliğiyle izleriz. Bazen hiçbir Batı filminde şahit olamayacağımız bir kareyle kalbimizden vuruluruz, bazen de alelade Hollywood filmlerinde bile çok daha iyi çekilmişlerini gördüğümüz mahkeme sahnesinde hapsoluruz. Ziad Doueiri, sağdan soldan duyduğu afili terimleri cümle içerisinde kullanmaya çalışan ama bir türlü doğru anlamı veremeyen bizlere benzer şekilde icra ettiği yönetmenliğiyle bir Ortadoğulu olduğunu daha ilk çeyrekte kanıtlar. Toni’nin çocukluğunu ve masumiyetini bıraktığı köyünü, Yaser’in gururuna kalkan olan suskunluğunu, bir türlü doğru formülü bulamayan Ziad Doueiri’nin çırpınışlarında hissederiz. Yer yer Batılı, bolca Doğulu bu yönetmenlik, olması gerekenin aksine, karmaşık ve zorlu hikâyeyi sarıp sarmalar. Başka bir yerde kusur sayılan, burada doğruya dönüşür; iki eksinin çarpımından ortaya bir artı çıkar.
Her kıssanın nasılsa bir hissesi varsa, Hakaret’in de, her şeyin biraz, hiçbir şeyin tam olmadığı bu coğrafyada yaşamaya mahkûm edilenlere iletmek istediği bir mesajı vardır: Kavgalarımızı saygıyla çözmeyi öğrenelim. Belki de, savaş günahlarımızla yüzleşmemizi, bize herkesten çok benzeyenleri yüreğimize misafir etmemizi sağlayacak sihirli sözcük, saygıdır. Yoksa Ziad Doueiri, neden yıldızlardan da uzak olan çocukluğuna dönmeyi başaran Toni’yle birlikte çimlere uzanan bizleri kaldırsın ve aklın kapısına götürerek Yaser’le yüzleştirsin ki?