“Hiçbir sanat dalı sinemanın dışında değildir. Hepsi sinemanın yaratıcı unsurları arasında sayılabilir. Bana göre bir sinema sanatçısı diğer sanat dallarına ‘ilgi duymaktan’ çok onlara eğilmekle görevlidir.” Yılmaz Güney
Gerçek hayatta rol yapmadan yaşayabilmek, filmlerde rol yapabilmekten çok daha zordur. Yılmaz Güney her ikisini de yapabildiği için bu dünyadan dostlarının sevgisini, düşmanlarının saygısını kazanmış bir adam olarak göçmüştü.
Ege Görgün (Landlord)
“Hayata seyirci kalmak kötüdür oğlum. Hayatın iyi, uslu bir seyircisi olmaktansa hayatın içinde başarısız bir adam olmak bin kere daha iyidir. İyi bir boks seyircisi olmaktansa, kötü bir boksör olmayı göze almak daha iyidir, oğlum.”
Yılmaz Güney’in bu sözlerini taşıyan bir poster almıştım üniversite yıllarımın başında. Yılmaz Güney ile alakalı sahip olduğum ilk nesneydi. Yaşım yetmemiş, Yılmaz Güney’i kendi zamanında tanıyamamış, bilememiştim. Nasıl olup da ikinci sınıf aksiyon filmlerinde oynayan bir aktör böylesine yüklü bir laf etmişti aklım hiç ermemişti. Sonra büyüdüm. Zamanla değil, okuyarak, seyrederek, öğrenerek… Yılmaz Güney kimmiş, bildim.
Işık Güney’den yükseliyor…
Köylük yerlerde işler büyük şehirdekinden farklıdır. Misal, bir bebe doğdu mu ilk iş nüfus dairesini gidilip kafa kağıdı çıkarılmaz. İş yerinden ücretli izin, süt parası alınmaz. Yeni doğan bebesini sırtına bağlar pamuk toplamaya gider analar. Belki sabahına, bilemedin bir iki gün sonrasına doğumun…
Adana’nın, Yenice Köyü’nde de işler farklı olacak diye bir şey yoktur. Irgat başı Hamit’le karısı Güllü yeni doğan oğullarını nüfusa ne zaman gidip kaydettiler kimbilir. Ama kaydettiklerinde 1937 yılının 1 Nisan’ıydı. Yılmaz Pütün’ün doğum tarihi böyle işlendi kafa kağıdına.
Hayatın çalışmak demek olduğunu öğrendi küçük yaşlarda. Okumayı hiç bırakmadı yine de. Yeri geldi ırgatlara su taşıdı, çapa çekti, at tımarladı; yeri geldi pamuk topladı, bağ bekçiliği yaptı, simit, gazoz sattı.
13 yaşına kadar sinema nedir bilmiyordu. Harçlığını çıkarmaya başladıktan sonra arkadaşlarıyla gittiği şehirde tanıştı sinemayla. Kavgalı dövüşlü filmlerin gösterildiği gariban sinemalarının müdavimi oldu. Cebinde parası olan sosyetiklerin gittiği sinemalar başkaydı. Galatasaray sineması örneğin… “Çok güzeldi. Önünden geçer bakardık. Ama çok lükstü, girmeye korkardık. İstesek parasını verip gidebilirdik. Ama ne kıyafetimizi, ne de yapımızı uygun görmezdik o sinemaya… Ötekinde daha rahat ederdik.”
Sinemayla birlikte sınıfsal çelişkiyle da tanışmış olmuştu. Yaşamı, ailesi, dış görünüşü hangi sınıftan olduğunu zaten ortaya koyuyordu ama o yüreğiyle de nereye ait olacağına anında karar vermişti. Gücü, parası olduğunda da bu kararına, dolayısıyla aynı sınıftan insanlara sonuna kadar sadık kalacaktı.
Yılmaz Güney olduktan sonra Eminönü’nde bir ardaşıyla takside giderken arabanın önüne bir hamal çıkar. Taksici hamala korna çalar, kalayı basar. Yılmaz Güney taksiden iner, şoförü yaka paça arabadan çıkarır evire çevire döver. Eleştirilecek tarafı çok bu hareketin belki. Ama hayat görüşünü bu derece basit, içten ve gözünü budaktan esirgemeden yaşadığının kanıtı Yılmaz Güney’in. O bir devrin rol modeli oldu. Hem solcu gençler, hem de Anadolu’nun bağrından çıkanların idolüydü. Bugün benzer bir konuma Polat Alemdar’ların, Memati’lerin çıkarıldığı düşünürseniz, belki cebinde üç kuruşu olsa “abi, açım” diyene veren bu adamın kıymetini daha iyi anlarsınız.
Adana’nın sinemanın can damarı olduğu yıllardı. Salonların en fazla dolduğu, paranın en güzel kazanıldığı yıllar. Yılmaz Güney okul harçlığını çıkarmak için And Film, Kemal Film ve Dar Film’de çalışmaya başlar. İşi gereği Anadolu’nun şehirlerini, kasabalarını, köylerini dolaşır. Türkiye’nin gerçeğini daha iyi görür. Aynı dönemde Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazanır ama devam etmez. Sonra İstanbul İktisat Fakültesi’ni kazanıp Atıf Yılmaz ile tanışacağı İstanbul’a gelir. Atıf Yılmaz’la tanışıklık sinemada yeni bir yıldızın doğuşunun ilk adımı olur.
“Bir köle olarak yaşamaktansa, bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir.”
Sorunu çok erken yaşta belki tam da farkında olmadan tespit etti Güney. Bu sorunla savaşmak için donanımını güçlendirmeli ve kendini ifade etmeyi öğrenmeliydi. Yazmaya lise yıllarında daha sosyalistlik, sol cephe nedir bilmeden başladı. İlk öyküsünü Lise 2’de okul gazetesine yazdı. Hikaye hasta olan karısını şehre getiren, parası pulu olmadığı için doktora tavuk vermek isteyen bir köylüyü anlatıyordu. Hikaye okul gazetesine koymadılar. Yazmayı, okumayı bırakmadı Güney. Yeni Ufuklar, Pazar Postası, Edebiyat dergilerini takip etti. Sonra bu dergilerde kendi hikayelerini yayınlandığı gördü. Yoluna daha büyük bir şevkle devam etti.
Birilerini rahatsız eden son öyküsü olmadı okul gazetesine yazdığı. İstanbul’a geldikten sonra On Üç adlı bir dergide yayınlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” öyküsü 24 aylık bir hapis ve sürgün anlamına gelecekti onun için. Devrimcilere yardım ve yataklık yapmıştı. Yalnızca kalem kullanarak… Yalnızca yazarak…
Sansür, baskı yalnızca öykülerini hedf almıyordu tabi. 1972’de 4. Adana Altın Koza Film Festivali’nde önce En İyi Film ve En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülmesinin ardından, ertesi gün jürini fikir değiştirip (değiştirtilip mi acaba?) bu ödüllerin başkasına verilmesi de yenilir yutulur cinsten değildi. O zamanlar Karaoğlan denerekten “adı dağlara yazılan” CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit bile sesiz kalamamıştır bu rezilliğin karşısında. “Altın Koza Film Festivali’nde olaydan duyduğum acıyı çok az olay karşısında duymuşumdur. Bu olayda kim, ne tür baskı yapmıştır bilmiyorum. Fakat bildiğim şudur: Bir ülkele dikta rejimini, baskı yapanlar değil, baskıya boyun eğenler getirir” diyecektir konuyla ilgili demecinde.
Yılmaz Güney’in hem adı hem de ikinci soyadı kendisine çok yakışmaktadır. Çünkü o tüm zorluklara rağmen yılmadan doğru bildiği yolda ilerlemiş, Türk sinemasına yeni açılımlar kazandırmış bir sanatçıydı. Çünkü Adana’nın bağrından çıkıp gelmiş, yöresel değerlerini muhafaza etmişti. Güney sinemada yönetmen, senarist, aktör ve yapımcı kimliklerinin hepsini taşımıştır. 1966’da At Avrat Silah ile başlayan 22 filmlik yönetmenlik serüveni 1983 tarihli Duvar filmine dek sürmüştür. Senaryosuna imza attığı filmlerin sayısı daha da çoktur. Oynadığı filmlerin sayısı ise 70’i geçer.
Yılmaz Güney’in bu olağanüstü sinema kariyerine ve saygıdeğer kimliğine gölge düşüren 1970’de Adana’da Hakimi Safa Mutlu’yu vurarak öldürmesi oldu. 25 Ekim’de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan yargılamaların sonucu 13 Temmuz 1976’da 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezaevinde sinema ile olan ilgisi devam etti. Bu dönemde yazdığı Zeki Ökten tarafından çekilen Sürü ve yurtdışında ve yurt içinde büyük ilgi gören ve Şerif Gören tarafından Yol çekildi.
12 Eylül döneminde kendi dergisi olan Güney’de yazdığı yazılardan dolayı yaklaşık yüz yıla yakın ceza istemiyle yargılanıyordu. 1981’de Isparta yarı açık cezaevinden izinli olarak ayrıldı ve yurt dışına kaçtı.
1981’de firar edip yurtdışına kaçan Güney, sinema çalışmalarını burada yürüttü. 12 Eylül’ün ardından ülkemizde yasaklılar listesine giren Güney’in, senaryosunu yazdığı Yol, Costa Gavras’ın Kayıp filmiyle birlikte Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazandı. Güney 1984’de mide kanseri yüzünden hayata gözlerini yumdu.
Elbette, Yılmaz Güney’in de her insan gibi defoları vardı. Silaha fazla düşkündü, kendini ifade ederken fazla sertti, Adanalılar’ın genelinde bulunan çabuk alevlenme mizacı yüzünden insanları kırdığı daha da kötüsü affedilmez hatalar yaptığı oluyordu. Hatalarıyla yaşamasını, hatalarına rağmen “adam” olmayı başardığı için Yılmaz Güney önemliydi. Güveni, dostluğu, adil bir yaşam biçimini, kararlılığı, düşünceler uğruna mücadeleciliği, haksızlığa başkaldırabilme cesaretini temsil ettiği için önemliydi. En önemlisi de… Hangi düşünceden, hangi görüşten olursak olalım, bu dünyada hepimizin bir Yılmaz Güney’e ihtiyaç duyabileceği bir günün gelme ihtimali her zaman olduğu için… Yılmaz Güney önemliydi.
Yılmaz Güney için ne dediler?
Necati Cumalı
“Yılmaz Güney sinemamızda ezilmiş, yalnız insanın, kişiliğini bulup çevresine kabul ettirmesini simgeler. Halkımızın bir çilesiniiyi duymuş, iyi anlatmıştır. Yönetmen olarak da bunu ticari endişelerden uzak kalarak vermiştir. Boynu Bükük Öldüler romanı da onun çok yönlü bir sanatçı olduğunu göstermektedir.”Lütfi Ö. Akad
“Yılmaz Güney, Türk sinemasında yıllardır gerçekleşen birikimden fışkıran bir filizdir. Bu filiz, bütün zorluklara rağmen gelişmekte olan sağlıklı, ulusal bir sinemanın varlığını kanıtlamaktadır.”
Yılmaz Güney kitapları:
Boynu Bükük Öldüler
Salpa
Sanık
Hücrem
Oğluma masallar
Zavallılar
Soba, pencere camı ve iki ekmek istiyoruz
Sinematik’in anketinde son gün: