Ters Ninja’nın henüz emeklemeye başladığı acemilik yıllarında üstad Giovanni Scognamillo ile yaptığımız ve “ilk korku”dan tutun da sinema kitabı yayıncılığına kadar uzanan o 2008 tarihli sohbeti sizinle yeniden paylaşıyoruz.
İlk ne zaman korktuğunuzu hatırlıyor musunuz?
İlk korkumu sinemada aldım ve bu sinemada yaşadığım ilk ve son korkum oldu. Üstelik yararını de gördüm çünkü o korkunun sayesinde bir korku sineması tutkunu oldum. Anılarımda ve başka yerlerde çokça anlattığım bir olay olduğundan özetleyerek gideceğim: mekan: artık var olmayan tarihsel Elhamra sineması; yıl : 1933 (dört yaşındayım), film: H.G.Wells’ın The Island of Dr.Moreau’nun (Dr.Moreau’nun Adası) romanından uyarlanan ve Erle C.Kenton tarafından yönetilen The Island of Lost Souls‘un (Kayıp Ruhlar Adası, 1932) ilk çevirimi.
Babamın müdürü olduğu sinemaya annem ile geliyorum, annem girişteki büfe kısmında babamı bekliyor, ben salona dalıyorum ve arkama (perdeye) bakmadan Türkiye’nin yazılmamış sinemacılık tarihinde yer alan arka sıralardaki kocaman maroken koltuklara doğru ilerliyorum, yerleşmek üzere iken perdeye bakıyorum, bir feryat basıyorum ve koşa koşa salondan çıkıp annemin kucağına sığınıyorum. Neler görmüşüm beni panikleştiren? Çılgın doktorun yarattığı yarı insan yarı hayvan canavarların Moreau’yu parçalamalarını… İlk ve son korku!
Aynı yıl ilk King Kong‘u de izliyorum (King Kong, Meriam C.Cooper ve Ernest B.Schoedsack, 1933) bu kez eski “İpek” sinemasında yine annemle birlikte ama dev goril beni korkutmuyor aksine onu çok seviyorum ve Empire State Building’in tepesinden yere çakıldığında hüngür hüngür ağlıyorum.
Korkmak mı, korkutmak mı? Hangisi daha eğlenceli sizce?
Korkmak kanımca hiç eğlenceli değil ama korkutmak eğlenceli olabilir. Çocukken yaz aylarını Bostancı’da geçirdiğimizde ağbiler ve ablalarla bir arada “hayalet oyunu” oynardık gece vaktı çarşaflara bürünerek ve kuytu yerlerden ansızın fırlayarak geçenlerin önüne…
İnsanlar gerçek hayatta korkmayı sevmezler, hal böyleyken korku kültürü ve sanatının bu kadar rağbet görmesinin nedenini ne olabilir? Bilinçaltları mı? Yaratılışları mı? Mazoşistlik mi?
İnsan gerçeklerden, gerçeğin yarattığı korkulardan korkar, sanal korkular ise onu sarsar, heyecanlandırır, bir anlık dehşetlere sürükler. Bunlar gerçek korkular değil çünkü peşinen sanal oldukları kabul ediliyor. Bir çeşit tat diyelim, evet bir nebze de mazoşistlik ama bir “eğlence” havası içinde, bir geçici tedirginlik içinde. Dediğim gibi sinemada bir kez korktum ve o kadar ama ben, sinemacı-filmci ortamının içinde büyüdüğüm için, başından beri sinemanın ne denli sanal bir şey olduğunu öğrenmiştim yani hazırlıklı idim. Ancak sinema izleyicisini gerçekle (bulunduğunuz salon, oturduğunuz koltuk, etrafınızdaki insanlar, karşınızdaki perde) hayalın (perdede cereyan eden olaylar, teknik bir beceri ile dizilen görüntüler) karıştığı bir boyuta sokar ve burada duyarlılıklar önem kazanır.
Çok sayıda kitabı yayımlanmış bir yazar olarak ilgi alanlarınızın geniş bir sahaya yayıldığını görüyoruz. Tam da bu noktada Giovanni Scognamillo kendisini nasıl tanımlıyor? Hangi alana daha yakın görüyor?
Bugüne kadar toplam olarak 12’si çeviri olan 54 kitaba imzamı attım halen bilgisayarımda tamamlanmamış (umarım tamamlayacak vaktim olur!) 4 dosya duruyor, yazdıklarım yazıların sayısını ise pek çıkartamıyorum, 1948’de başladım ve devam ediyorum. Temelde bir sinema yazarıyım, genelde araştırmacı bir yazar kendini tek bir konuya bağlayamayan ve tabir caizse oldukça maymun iştahlı. En yakın olduğum alan hiç kuşku yok ki sinemadır ama, doğrusu, korku edebiyatı var, gizemcilik var ve tabii ki Beyoğlu ve onlar da benim için önemli.
Kitaplarınızı kastederek söylüyorum, çok üretken birisiniz? Bu üretkenliğin bir sırrı var mı, bizlere yol gösterebilecek?
Evet, üretkenliğin bir sırrı değil de bir disiplini var: bir “iş” gibi yazarlığı sürdürmek her gün çalışmak işyerine giden bir memur gibi. Ben bir sanatçı değilim, ben bir zanaatçı olduğumu kabul ediyorum. Kurgu yazdığımda da “ilham” peşine düşmem, oturup yazarım ister havasında olayım veya olmayayım. En kötü olasılıkla sonradan yazdıklarımı yok ederim (ki gençliğimde bunu çok yaptım).
İlk kitabınız 1973’te yayınlanıyor: Türk Sinemasında 6 Yönetmen. Aradan geçen 40 yıl boyunca Türkiye’deki sinema kitapları yayıncılığını nasıl değerlendirirsiniz?
Daha önce Agah Özgüç ile 1965’te hazırladığımız iki kitap var: 1965 Sinema Yıllığı ve Türk Sinemasında Kadın ve Seks. O gün bugün sinema yayıncılığında adeta yıldan yıla artan bir hız oldu. Eskiden yayıncılar “sinema kitabı satmaz” diye direniyorlardı ve aslında pek haksız değillerdi çünkü sinema okulları yoktu, bilinçli bir seyirci yoktu, sinema meraklıları bu denli değillerdi. Gerçi artış tedricen oldu kimi temel başvuru kitapları – örneğin Sinema Tarihleri – çok geç yayınlandı, kuram zaman zaman azınlıkta kaldı, sinema türleri, sinemasal akımlar, kimi yönetmenler gerektiği kadar tanıtılmadı ama genelde bence geçmişle kıyasla iyi bir noktadayız.
Levanten, ressam, oyuncu, yazar, çevirmen, eğitmen, film işletme müdürlüğü ve anılarınızda bankacılık yaptığınızı biliyoruz. İlgi alanlarınızın farklılığı sizin yazın hayatınıza nasıl yansıdığını düşünüyorsunuz?
Doğru, bir sürü işte çalıştım ve her biri muhakkak ki birçok şey öğretti. Kitapçılık bana biçilmiş kaftandı, daha çok kitap okumak ve edinmek fırsatı ile, bankacılık bana sistemli disiplinli çalışmayı öğretti, sinemada çalışmak sinema yazarlığıma çok yaradı sektörün gerçekleri ile uğraştığımdan, mesleği öğrendiğimden, iç yüzünü yaşadığımdan. Tüm bunlar sinema konusunda hayal kurmanın sakıncalı olabileceğini öğretti. Her iş yeni bir alan, yeni bir kaynak. 12 yıl bankacılık yaptım, şube müdürlüğü yaptım ama bankacılıkla ilgili ne bir öykü yazdım, ne bir roman, ne bir deneme ama, dediğim gibi, yararı başka oldu.
Türkiye’de korku edebiyatının ve korku sinemasının yeterince gelişmemesinin nedenleri üzerine neler söylemek istersiniz?
Türk sinemasındaki korkuya baktığımızda Yeşilçam döneminde, “Drakula İstanbul’da” filminden Metin Erksan’ın Şeytan ına kadar çok az sayıda denemelerle karşılaşırız çünkü, temelde, Yeşilçam tür olarak korkuya hiçbir zaman güvenmedi, bulaşmak istemedi. Denemeler bugün de sürüyor ama sanki daha bilinçli bir şekilde. Yabancı etkiler (Hollywood’tan Uzak Doğu’ya kadar) fazla ve bence gereksiz, Türk sineması kendi folkloruna bakarak kendi korkularını yaratabilir ve yaratmalı, kendi kaynaklarını oluşturmalı ve bu korku-fantastik edebiyat için de geçerlidir. Konu öylesine geniş ki bir tasarımın, başladığım bir çalışmanın (Fantastik Türk Edebiyatı) konusudur. Anlat anlat bitmez.
Üzerinde çalışmış olduğunuz, “Hayatımın 15.000 Filmi” kitabı adından anlaşılacağı üzere çok heyecan verici. Bu projeyi yapma fikri nereden aklınıza geldi? Başka bir şeyler yazıyor musunuz bunun yanında?
“Hayatımın 15.000 Filmi” ne henüz başlamadım doğrusu çünkü başka bir kaynağa dayanacak – üzerinde çalıştığım bir film dizini – şimdi elimde “Vampir Manifestosu” adlı kapsamlı bir çalışma var çok önemsediğim ve sonucu biraz sürprizli.
Bu ülke sınırları içinde yaptıklarınızın takipçisiyiz. Peki yurtdışında neler yaptı Giovanni Scognamillo? Haberimizin olmadığı şeyler var mı çok?
Sinema yazarlığım, kısaca yazarlığım yurtdışı sinema dergi ve ansiklopedilerde başladı (İtalya, İngiltere, Fransa, Polonya, Norveç, ABD, Hindistan daha sonraki yıllarda Japonya), ilerleyen zaman içinde İtalya’da iki kitabım yayınlandı (I Misteri di İstanbul/İstanbul Gizemleri; Dracula mito perene/Dracula sonsuz mitos) ve bir süre Londra’da bir video şirketini yönettim. Bu kadar.
Ortak bir dostumuzu yakın zamanda kaybettik…Metin Demirhan… Bir şeyler söylemek ister misiniz?
Metin Demirhan’ın vefatı beni çok etkiledi, 20 yıllık çok yakın ve çok sevdiğim, çokça şey (artı iki kitap ve bolca tasarılar) paylaştığım bir arkadaştı. 20 yıl önce Selma Mine’nin evinde ilk karşılaşmıştık sonra da Orkun (Metal Fırtına) Uçar ile evime geldi, arşivime ve kitaplığıma daldı ve ondan sonra hiç ayrılmadık. Bir dönemde günlerimin bir kısmı Atılgan’da geçiyordu çok zevkli sohbetler, geyikler ve tartışmalar içinde. Şakacı idi hem de çok ama son şakası olmadı, yakışmadı.
Scognamillo’nun “seyredilmezse olmaz” dediği 10 film
1 – POTEMKİN ZIRHLISI – S.M.Eisenstein
2 – YURTTAŞ KANE – Orson Welles
3 – SONSUZ SOKAKLAR – Federico Fellini
4 – YER SARSILIYOR – Luchino Visconti
5 – SÜRÜ – Zeki Ökten/Yılmaz Güney
6 – NOSFERATU, BİR DEHŞET SENFONİSİ –Friedrich Wilhelm Murnau
7 – SHINING – Stanley Kubrick
8 – OYUNUN KURALI – Jean Renoir
9 –ROSEMARY’NİN BEBEĞİ – Roman Polanski
10 – MUHSİN BEY – Yavuz Turgul