“Who you gonna call” demeden “Ghostbusters” demez, bunun raconu budur. Dolayısıyla who you gonna call’suz bir Ghostbusters filmi de düşünülemez.
1984 yapımı film moderatörlüğünü Bill Murray’nin yaptığı bir eğlence programı gibiydi. Dönemin Amerikan gençliğinin çocukluğundan kalma ateş başında anlatılan korku hikayelerine ve batıl inançlara alaycı bir yaklaşımdı. Ve her televizyon programında olduğu gibi bu şovda da her şey telefonun çalmasına bakıyordu.
Uzun soluklu bir serinin ilk basamağı olan yeni “Ghostbusters” filminde Paul Feig ve vazgeçilmezi Melissa McCarthy aslına kıyasla büyük değişiklikler yapmış. Karakterlerin tanışma hikayesi, hayaletle karşılaşmaları, olay örgüsü gibi birçok temel parça değişse de bir şekilde tatlı göndermelerle aslı hatırlatılmış filmde. Aslındaki mantıksızlıklara cevap verir nitelikte yapay bir bilimsel zemin hazırlanmış, yan karakterlere daha büyük roller verilmiş. Ama bütün o skeçler, anlık espriler, göndermeler bir kenara bırakılıp filme bakıldığında özünü tümüyle kaybetmiş.
Ghostbusters filminin 30 yıldır eskimemiş olmasının tek nedeni Bill Murray değildi, öyle olsa bu filmde de aynı hissiyatı yaşanırdı Murray ile karşılaşınca. 1984 yapımını bu kadar değerli kılan, toplumun her yerine sıçramış bir korku öğesiyle hep birlikte alay etmesiydi. Farklı yerlerden gelen telefonlara cevap veren bir acil servis görevindeydi ekip, halk kahramanı olmaktan ziyade bir nevi polis gücüydü. 2016 yapımında ise ekibin en büyük eksiği gelen çağrılar. Sokaktaki insanla bütünleşmesi, onların desteğini arkalarına almaları gerekirken bir anda kendilerini olayların merkezinde buluyorlar ve bunun için kendi aralarında şakalar yapmaları, seksi sekretere ağızları sulana sulana bakmaları yetiyor. Yaşanan olayları bilimsel bir zemine yatırıyorlar ama ellerindeki silahların (ki filmin silahlanmaya özendirmesi ayrıca incelenmesi gereken bir mesele) mantığı sorgulanmak akıllarının ucundan geçmiyor.
Daha açılış sekansıyla hayal kırıklığına uğrattı beni beklentim olmayan film. Buna Chris Hemsworth’un akıllara durgunluk veren (daha açık konuşmak gerekirse insan beynini zehirleyen) performansı, McCarthy’nin lüzumsuz esprileri, Kristen Wiig’in “50 Shades of Grey”deki Dakota Johnson-vari oyunculuğu ve McKinnon & Leslie Jones’un zorlama karakterleri eklenince dayanılması daha da güçleşiyor. 2018 yılında zaten dizi olarak ekranlara gelecek bir yapımı dizi formatında filmleştirmenin ne anlamı var ki zaten?