Washington D.C. punk sahnesinin nevi şahsına münhasır isimlerinden Ian Svenonius, Chain & The Gang adlı projesinin son ürünü Minimum Rock’n’Roll albümünü yayınladı birkaç ay önce. 90’lı yıllardan beri toplumsal meselelere dair politik mesajlarını takipçilerine çeşitli adlar altında tebliğ eden anti-kahramanımız, adını son zamanlarda sıkça duyduğumuz seçkinleştirme (gentrification) kavramına da değiniyor bu albümde.
Devitalize The City şarkısında, şehrin bütün fonksiyonlarının durmasını talep ediyor ve yıkım ihalesini bizzat üzerine alıyor. Kapitalist yaratımın şehre yeniden hayat verdiği yalanına karşı bu yaratımın benimsetmeye çalıştığı her şeyin alaşağı edilmesi… Kendisiyle yapılan bir röportajda Svenonius, seçkinleştirmeyi sömürgecilikle bir tutmuş ve işçi sınıfı tarihini silmenin bir aracı olmakla itham etmişti.
Marksist sosyal bilimci David Harvey de, “Paris: Modernitenin Başkenti” adlı kitabında 19. yüzyıl Paris’inde sermayenin gidişatını analiz ederken benzer sonuçlara ulaşıyordu. Örneğin, Vali Haussmann’ın kente kazandırdığı kanalizasyon sistemi, kentteki atık su tahliyesini daha sağlıklı hale getirmekten başka, Hugo’nun Sefiller’inde tasvir edilen yer altındaki kötücül güçler mitini yok etmeye de yarar. Yeni kanalizasyon sistemi, burjuvazi ve asillerin tura çıkartılabileceği kadar aydınlık ve iktidarın kontrolündedir.
Kamusal alanın yeniden inşası yalnızca belli bir sınıfın tarihini silmek işlevine mi sahip? Şimdinin iktidarı tarafından hoş karşılanmayan bir geçmişin tamamen silinmesi, başkalaştırılması mümkün mü? Bu soruları yanı başımızdan ayırmadan rotamızı Orta Avrupa’nın görmüş geçirmiş kenti Budapeşte’ye çevirelim. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet güdümündeki Demir Perde ülkeleri arasında yer alan Macaristan’ın başkentinde dolaşırken, yaklaşık 40 yıl süren bu dönemin izlerine erişmenin kolay olmadığını farkediyorsunuz.
Geçmişteki Osmanlı ya da Habsburg hakimiyetiyle karşılaştırıldığında pek uzun bir zaman aralığından söz etmiyoruz elbette. Yine de bir iktidarın, savunduğu ideolojinin ülkü ve erdemlerini halka benimsetmek için toplumsal yaşamın ortak alanlarında yoğun bir propaganda faaliyeti göstermesi gerektiği bilinir. Kentte sosyalist döneme ait görebildiklerimiz, 1956’da Stalinist iktidarın baskıcı uygulamalarına karşı ayaklanan Macar halkının yaşadığı kıyımı anlatan bir müze (Nazi işgali ve Yahudi Soykırımı ile ilgili belgelerin de yer aldığı Terör Evi), şehrin silüetinin önemli öğelerinden biri olan özgürlük anıtı (Nazi işgalinin sona ermesi dolayısıyla dikilen anıtta Sovyetler’i anımsatan unsurlar kaldırılmış) ve yapay bir köprü üzerinden Parlamento’ya bakan Imre Nagy heykelinden ibaret (1956 ayaklanmasında halk tarafından desteklenen Nagy, Sovyet politikalarına uymayan açılımlar vaat edince gizlice yargılanarak idam edilir). Nagy’nin koruyucu bakışlarının arkasındaki olayların aktörleri buhar olup uçmuş gibi.
Eksik parçaları tamamlamak için tarihin sonuna geri dönelim. 1989 yılında Doğu bloku sona erince ilk iş, komünist döneme ait heykel ve anıtlar ortadan kaldırılması olmuş. Halkın çeşitli kesimlerinin de görüşü alınarak bu eserlerden estetik değere sahip olanların bir açık hava müzesinde sergilenmesine karar verilmiş. Bugün bu müze, Budapeşte ölçeğine göre şehrin oldukça dışında, toplu taşıma standartları bakımından zahmetli bir yolculuk sonunda ulaşabileceğiniz kırsal bir alanda yer alıyor. Müzenin (Memento Park) uzaktan görünümü, terkedilmiş bir tema parkı ya da toplama kampı algısı yaratıyor. Parkın mimarı, yapının diktatörlük hakkında olduğunu, ama diktatörlükten söz edebilmek için gereken ifade özgürlüğüne demokrasi ile sahip olduğumuzu ve bu yüzden parkın aynı zamanda demokrasi hakkında olduğunu söylemiş. Dolayısıyla ilk bakışta zihnimizde oluşan çağrışımları, mimarın sözünü ettiği özgürlük ortamı içinde totaliter rejimlerin sergilenme biçimi olarak düşünmek yanlış olmaz sanırım.
Sovyet militarizmini yoğun bir biçimde hissettiren eserlerin (aralarında mükemmel bir dinamizm içeren başyapıtlar da var) artık halk tarafından istenmemesi son derece anlaşılır. Son bakışta parkın bu sancılı dönemi demokrasi (ve şimdinin iktidarı) aracılığıyla ne şekilde ifade ettiği, iktidarın nispeten daha demokratik biçimleri hakkında da fikir verebilir. Bu tuhaf Disneyland’da sokaklardan silinmiş eserleri gezerken, kendinizi bağlamından tamamen koparılmış ve yaşanmış herhangi bir acı varsa da artık hissedilmemesi için ironiye batırılmış estetize bir yolcuğa çıkmış gibi hissediyorsunuz. Yolcuğun sonunda komünist dönemin meşhur halk arabası Trabant’a binmeyi ve fotoğraf çektirmeyi unutmamak gerek. Retrosever arkadaşlarınızı (ya da takipçilerinizi) hasetinden çatlatacak bir sosyal paylaşım için bulunmaz nimet. Sovyet döneminin simgelerini içeren kartpostal ve rozetler, komünist liderlerin monte edildiği film afişleri ve içinde “komünizmin son nefesi” olan boş bir konserve kutusu da ziyaretçilerin hediyelik eşya dükkanından hatıra olarak alabileceği ürünlerden. Acısı alınmış stilize bir tarihle karşı karşıyayız.
Parkın dışındaki barakada 1956 ayaklanması ve 1989 yılında sistemin çöküşünün günlüğünü tutan görsel bir sergi yer alıyor. Sergiye eşlik eden belgesel gösterimi, parka dair okumalarımızı tamamlayan imgeler içerdiğinden bahsedilmeye değer.
BİR AJANIN YAŞAMI (LIFE OF AN AGENT: POLICE TRAINING IN THE KÁDÁR ERA)
1956 yılından 1989’a kadar Macar Sosyalist İşçi Partisi’nin genel sekreteri sıfatıyla ülkeyi yöneten János Kádár döneminde İçişleri Bakanlığı’na bağlı film stüdyosu, gizli polislere yönelik bir dizi eğitim filmi hazırlar. Videolarda şüpheli şahısların takibinde dikkat edilmesi gerekenler, ev baskınları sırasında uygulanacak tedbirler, alıcı yerleştirme, delil (!) toplama ve muhbirlerle iletişim gibi tüyler ürpertici bir çok uygulama, tümü gizli polis olduğu anlaşılan oyuncuların canlandırmalarıyla ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Bir dönemin boğucu atmosferini göz önüne seren videoların belgesel kurgusu içinde yer alış biçimi dikkat çekici. Yaşanan insan hakkı ihlallerine sonlarda birkaç cümleyle değinen belgesel boyunca nostaljik bir casus filmi izlediğimiz duygusu peşimizi bırakmıyor.
Açılış jeneriğinde Bond filmlerinden aşina olduğumuz hareketli bir müzik ve geçişli görüntüler yer alan filmde, eğitim videolarında hayali düşmana karşı gerçekleştirilen mücadele mizansenleri yeterli görülmemiş olacak ki, film boyunca -tam olarak neye hizmet ettiği bilinmeyen- gizli kameralı kurgusal bir takip hikayesi anlatılıyor. Baskıcı bir rejimin kendi pratiklerine dair geçmişte ortaya koyduğu hamasî bir canlandırmanın (belgenin kendisi), bu belgenin bir başka canlandırmayla ele alınmasından daha çok söyleyecek sözünün olması bir çelişki gibi görünüyor ilk anda. Ama buz dağının görünmeyen kısmında şimdinin iktidarının, geçmişte yaşananları sureti üzerinden yeniden biçimlendirerek bir imge karmaşası içinde sunma niyetinde olduğunu çıkarabiliyoruz.
Neoliberal zamanlarda sıkça karşımıza çıkan gerçeğin ve tarihin yeniden inşası konusunda benzer bir örneğe, ne ilginçtir ki, Romanya’nın demir perde döneminde yaşanan gerçek bir olayda rastlıyoruz.
Life Of An Agent: Police Training In The Kádár Era
Yön: Gábor Zsigmond Papp
2004, 53 dk., Macaristan
BÜYÜK KOMÜNİST BANKA SOYGUNU (THE GREAT COMMUNIST BANK ROBBERY)
Romanya sineması, 1950’li yıllarda rejimin bir sonucu olarak izleyicilerini komünist kahramanlık hikayeleri, işçi sınıfının sosyalizmin kuruluşundaki rolünü anlatan yapımlar ve Sovyet Savaş filmleriyle eğlendirmektedir. Gangster filmlerinin gösteriminin yasaklandığı Romanya’da, Reconstruction (Yeniden İnşa) adında bir film, Komünist Romanya’da geçen gerçek bir banka soygununu konu alır. 1959 yılında Romanya Ulusal Bankası bilinmeyen kişiler tarafından soyulur. Sadece Romanya’da geçerli bir para birimi için ülkenin tek bankasını soymak tuhaf karşılansa da tüm emniyet güçleri suçluların yakalanması için seferber olur ve sıcak bir takip sonunda 6 kişiden oluşan soyguncu çetesi yakalanır. Filmde soyguncular çürümüş birer kapitalizm sevdalısı olarak tanıtılır ve soygunu nasıl gerçekleştirdiklerine ilişkin canlandırmada kendilerini oynarlar. Film, bir adım daha ileri giderek suçluların yargılanmalarını canlı olarak filme çeker. Anlatıcı, filmin sonunda sinemanın gerçeği belgeleme konusunda yarattığı imkanlara sosyalizm adına şükranlarını sunarken halka adaletin nasıl tecelli ettiğini göstermiş olmaktan gurur duyarak huzurlarımızdan ayrılır.
Belgesel, Reconstruction adlı istisnai filmden görüntülerle birlikte, gerçekte olan bitene dair belge ve tanıklıkları birer birer ortaya koyuyor. Filmde adi suçlu olarak tanıtılan altı kişi, 2. Dünya Savaşı sırasında direnişin liderleri arasında yer almış, Romanya’daki sistemin kurulmasında kilit roller üstlenmiş kişiler. Diğer ortak noktaları ise Yahudi olmaları ve artık rejimin mevcut durumundan hoşnutsuzluk duymaları. Üstelik her biri soygun yapmaya tenezzül etmeyecek kadar varlıklı. Soruşturma başlatıldıktan 2 ay sonra yakalanıp suçlarını itiraf (!) ettiklerinde, soygunu kamera karşısında yeniden canlandırmaları istenmiş. Hissettikleri korku ve şaşkınlığı gizlemeye çalışan yüzleriyle kendilerini oynayan bu kişilerin idama mahkum edildikleri yargılama sahneleri yeniden canlandırma değil, gerçek. Bu arada filmde esamesi okunmayan ama soygun çetesi yakalanmadan önce, sorgu sürecinde maruz kaldıkları işkence nedeniyle hayatını kaybedenlerin olduğunu öğreniyoruz. Biri dışında suçluların vurularak infaz edilmesinden üç hafta sonra Reconstruction adlı film, ülke genelinde parti üyelerine gösterilmeye hazır hale geliyor.
Reconstruction’ın bir zamanlar halka yaşattığı duygu, bugün tasvip edilmeyen bir geçmişi iktidarın verili kaynaklarından öğrenmeye çalışırken hissettiğimizden farklı değil. Tarihe bakarken heyecanlı ve iyi çekilmiş bir macera filmi izliyoruz. Aşırı stilize imgelerin bombardımanı altında gerçekler nadiren gözümüze çarpıyor. Orwell’ın da söylediği gibi, şimdiyi kontrol eden geçmişi kontrol etmeye devam ediyor.
Great Communist Bank Robbery
Yön: Alexandru Solomon
2004, 70 Dk., Romanya