Bir dönem çıkan, egemen medyadan bağımsız hür teşebbüs “Neredeyse Müzik Dergisi” Lull’daki yazılarından tanıyordum Selda Tan Özdemir’i. Özdemir’in 6.45 çıkışlı Kara Filmler:Neo-Noir’dan Future Noir’a adlı kitabının öznesi başlangıcından bugününe kara filmler.
“Onlar kirli, çürük ve adi bir dünyanın sancılarını beyazperdeye yaşadılar. Yaşam kötü, güvenilmez ve acımasızdı.Kanlı, gerilimli, yüksek dozda kötülüğünü esip kavurduğu, gölgeleri keskin ve derin bir dünyaydı film noir…”
Bu cümlelerle başlıyor Leonard Cohen’in isim babalığı yaptığı bir alt başlığa (Gelecek için Hazırlan Gelecek Bir Katliam) sahip kitap. Daha önce bir kaç bölüm halinde yazılmış dergi yazılarının derinleştirilip, detaylandırılmasıyla ortaya çıkmış.. Kitap iki ana bölümden oluşuyor, ilk bölüm kara filmlerin kaynağına kadar inip, sağlıklı bir film-noir tanımıyla çıktıktan sonra, 1940’ların film noir’ının bugüne uzanan ve yansıyan, ama öncelikleri hayli farklı, kaygıları bireysellikten evrenselliğe dönüşmüş neo-noir’ı anlatıyor. İkinci bölüm ise teknolojiye bulanmış ve böylece gerçeklik duygusunu yitirmeye başlamış dünyaya dair kaygıları içeren Future-noir’a değiniyor. Cyberpunk değerler sistemine göndermeler içeren ikinci bölüm, future-noir’ın izini sürerken Philip K. Dick‘i, William Gibson‘ı pusulası yapan disütopik filmlerden de örnekler içeriyor.
“Maltese Falcon’la (1941) başlayan Touch of Evil’le (1958) son bulan bir altın çağ yaşayan film noir, Alman ekspresyonizminden, 30’ların Fransız filmlerinden, İtalyan yeni gerçekçiliğinden ve kuşkusuz black novel-kara roman olarak tanımlanan dedektif hikayelerinden beslenmişti. Bu dönemde, klasik dedektif romanlarındaki gangster mitinden uzaklaşarak temanınbiraz daha gerçeğe, sokaktaki adamın varoluş kavgasına dönüştüğü, kahramanların iyi ile kötü arasındaki sınırda durmaya çalıştıkları zorlu bir dönemden geçtikleri görülüyordu. Setler yerine sahici sokaklar, ucuz oteller , köhne gece klüplerinde geçen yarı belgesel bir tarz da gelişmeye başladı.”
David Lynch ve filmleri oldukça büyük yer tutuyor kitapta. Kafa karıştıran, okunması zor filmlerin üstadı Lynch’in filmlerinin analiz edilmesi, kafası soru işaretleriyle dolu Lynch kurbanlarını bir nebze rahatlatacaktır sanırım. Mavi Kadife, Wild at heart, Fire Walk with me, Lost Highway ve Mulholland Drive filmleriyle kitabına konuk ettiği Lynch’i kısaca şöyle tanımlıyor Özdemir kitabında.
“O, Hollywood’un popüler masallarından hayli farklı aykırı öyküleri seçtiği için tüm mekanları cehenneme dönüştürmekte ustadır.”
Kara filmler üstüne yazılmış bir kitapda, Coen Kardeşler kapak olsa yeridir. Birçok eleştirmen tarafından tüm zamanların en iyi filmi olarak görülen Barton Fink, aksilikler komedyası Fargo, aylaklar kralı Big Lebowski ve kısa bir süre önce izlediğimiz Orada Olmayan Adam biraderlerin kitabın sayfalarına taşınan filmleri.
“Film noir’ı absürd bir tonlamaya dönüştürmekte usta Joel ve Ethan Coen, 80’lerin sonunda Blood Simple, Raising Arizona, Millers Crossing’le açtıkları karanlıklar dünyasında ilerlemeyi sürdürürler ama hep ellerinde marazi duyarlılıkta şakacılıkla taşıdıkları yaşamın ironisi olan bir mum yakarak. Onlar kara filmi komediye dönüştürmekte ne denli yetkin olduklarını saydamlıklarıyla zekice dokudukları filmleriyle kanıtlar.”
Özdemir’in kitabında genişçe yer ayrılan diğer iki isim Seven ve Fight Club filmleriyle David Fincher ve kara filmin en popüler örneklerini yapan Tarantino. Ayrıca P. K. Dick evrenine girdikten sonra, kara film sularında dolaşan bilimkurgu filmlerini, yani future-noir’ı mercek altına alıyor. Blade Runner’dan Brazil‘e, Minority Report‘dan Matrix’e… Femme Fatale’ler kara filmlerin öznesi olmayı asla başaramasalar da, bu ölümcül kadınlardan dem vurmayı ihmal etmemiş. Kitapta ihmal edilen tek isim Snake Eyes ve Femme Fatale gibi karafilmler yapmış Brian De Palma olmuş bana göre, bir de Schumacher’ın 8 MM gibi, Falling Down filmine ve Scorsese’nin Taksi Şöförü ve Nolan’ın Memento’dan sonraki filmi Insomnia’ya da özel ilgi gösterilsin isterdim.
Kara filmlerin ortak özelliği karamsarlık ve nihilizmi kendi bakış açısına da taşıyan Özdemir bu durumu şu sözlerle açıklıyor:
“Bu denli Karanlıkken dünya, onu aklayıp paklamaya çalışan filmlerden söz etmenin bir anlamı yoktur şüphesiz. 1940’lardan bugüne perdeye, insanınen dipsiz, en tekinsiz yanlarıyla, hayatın gayriahlaki durumlarını yansıtan kara filmler, belki de tüm film türleri içinde en çok ideoloji yüküyle donanmış olanlardır. Film noir’dan nao-noir’a, oradan future noir’a uzanan, bugüne ve geleceğe bakış varoluşunun ‘hazin’ durumlarından beslenir…Perdedeki karanlık vizyon kendi içinden çıktığı toplumun yansısıdır. Güvensizlik ve karamsarlık ise tarihten bize miras kalan ve bizim sürdürmeye, devretmeye kararlı olduklarımızdır.”
Selda Tan Özdemir kimdir?
1970 doğumlu Özdemir çocukluğu boyunca Calypso adlı teknesiyle denizleri keşfeden Kaptan Cousteau’nun belgesellerini ve siyah beyaz filmleri büyülenerek izledikten sonra, sinema okumak istemiş. “1991’de Ankara Üniversitesi Radyo ve Televizyon Bölümü’nden diplomasını alıp, okul bitirme tezi olarak hazırladığı “Tahtacı Örencik Evleri” belgeseliyle Hürriyet Vakfı tarafından ödüllendirildiğinde başarılı bir belgesel yönetmeni olacağımı düşünmüştüm, yanılmışım,” diyor o günleri hatırladığında. Özdemir, TRT Ankara Televizyonunda belgesel yönetmen yardımcılığı, çeşitli projelerde yönetmenlik yapmış.
Selda Tan Özdemir’e göre en iyi on kara filmi:
- A Clockwork Orange
- Blue Velvet
- A Man Who Wasn’t There
- Memento
- Seven
- Crash
- Blade Runner
- 12 Monkeys
- Matrix
- Barton Fink