Bir sanatçının “artık müzik yapmak istemiyorum” çığlığı ile kendisini aldatan sevgilisini “eşyaların çöpte” diyerek tweetleyen şarkıcının magazin gündeminin dizginlerini ele aldığı bir nokta ile “Fyordların Sfenksi” Greta Garbo arasında bir bağ kurabilir miyiz? Deneyelim…
Kimisine göre “Alev Alev Yanan Buz”, kimisine göreyse “Yalnızlığın Ebedi Simgesi”; Greta Gustaffson (Garbo), bir dizi tesadüfün ardından Hollywood’a geldiğinde, sektördeki kadın imajı aşağı yukarı oluşmuş durumdaydı. Mary Pickford ve Lillian Gish tarafından temsil edilen püritanizm, Theda Bara’nın öldürücü bakışları altında yerle bir olmuş, Clara Bow’un açtığı yolda ilerleyen özgür kızlar, başta evlilik kurumu olmak üzere tüm geleneksel değerlerin altını üstüne getirmeye başlamışlardı.
Oyunculuğu Eski Kıta’da hatırı sayılır izler bırakan; başta İsveç sinemasının kilometre taşları arasında gösterilebilecek Arne’nin Hazineleri ya da ünlü Alman sokak filmlerinin doruğu Neşesiz Sokak olmak üzere bir dizi başyapıta hayat veren Garbo, 1927 yapımı Flesh and the Devil ile Hollywood’da da ünlenmeye başladı. İmgesinin başlıca yaratıcısı Mauritz Stiller’in yaşadığı çöküşten etkilenmeyen güzel oyuncu, kısa sürede çoğunluğu tarihten ya da edebi uyarlamalardan süzülen Mata Hari, Queen Christina, Camille, Anna Christie gibi filmlerle melodramın başlıca kraliçelerinden biri olacaktı. Yönetmen Clarence Brown, bir söyleşisinde oyuncuyu şu sözlerle anlatıyordu: “Onda, sinemada başka kimselerde olmayan bir şey vardı. Bir gün, 3-4 kez yinelemek zorunda kaldığımız bir sahnenin ardından, sonuçları perdede izlediğim zaman çok daha iyi anladım bunu. Bir yakın çekim yapmadan görülmesi olanaksız bir şey vardı: Birisine aşık, diğerine kıskanç bakması gerektiğinde yüz ifadesini değiştirmesine hiç gerek yoktu. İfadesinin değiştiğini gözlerinden okuyabilirdiniz ve onun dışında kimse başaramazdı bunu…”
Oyunculuğu ve perdedeki etkisini anlatmanın çok daha uzun ve başka bir yazının konusu olduğunu söyleyebileceğimiz Greta Garbo’nun sinema tarihine armağan ettiği en önemli ifade, hiç kuşkusuz ki anlatılmazlık, betimlenememezlikti. Başka bir deyişle, milyonları ona bağlayan aşk, üzerine sarındığı büyük bir gizem duygusuyla, her türlü tarifi olanaksız bırakırdı.
Döneminin şöhretli yıldızları, gerçek hayatta da perdede canlandırdıkları karakterlere bürünüp, o imajı yaşamlarının merkezine oturta dursunlar; Greta Garbo, çıkar ilişkilerinin ve bayağılığın damgasını vurduğu bir dünyaya ortak olmayı en baştan reddetmişti. Film galalarında boy göstermeye itiraz etmekle başlayan bu tavrı, zaman içinde yapımcıları çileden çıkaracak boyutlara ulaşmıştı. Gülmesi ya da konuşması, devasa afişlerle olay haline dönüştürülen bir yıldızın bu soğuk ve mesafeli tutumu, işleri yürütmenin yolunun, şimdinin aksine (!) reklamdan geçtiği bir ortamda olası değildi. Sonuçta; Stiller’in erken ölümü ve en iyi anlaştığı (kimilerine göre sevgilisi) John Gilbert’in sesli sinemaya ayak uyduramaması, sanatın doruğunda olmasına karşın, her şeyden adım adım uzaklaşması sonucunu doğurdu. Kurtlar Sofrası’nın sinemasal karşılığı olan Hollywood, pek çok yıldızı bir gece içinde sonsuzluğa uğurlayıp ardına bile bakmazken, Garbo için “Timsah Gözyaşları” hiçbir zaman dinmedi. Yalnızlığı tercih ederek karanlığa gömülen ve saklandığı dünyasından bir kez bile insanların arasına karışmayan Greta Garbo, inanması çok güç de olsa, ölümüne dek (neredeyse yarım yüzyıl boyunca) bu tavrını sürdürdü.
“Yalnız bırakılmak istiyorum!” sözüyle ve duruşuyla, geçtiğimiz yüzyılın en çarpıcı imgelerinden birine dönüşen oyuncunun tutumunu, önceki günlerde müziği bırakmak istediğini açıklayan Teoman’ın duruşuyla ne kadar ilişkilendirilebilir, bilinmez. Ancak, oyunun kuralına göre oynandığı, aşkların single öncesi / albüm sonrası olarak ikiye ayrıldığı, ayrılıkların ise milyonlarca kişinin gözü önünde tweetlendiği, Can Baba’ca söylersek; “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi” bir sanal dünyada, Garbo cesareti göstermek her zaman mümkün olmayabilir.