Futbolun zirvesi Dünya Kupası’dır ve her Dünya Kupası farklı anlamlar taşır. Örneğin, 1954 Dünya Kupası, Türkiye’nin katıldığı ilk büyük turnuva olması nedeniyle ülkemizde aynı bir yere sahip. Öte yandan, tarih kazananları yazar ve o senenin kazananı Almanya’ydı. II. Dünya Savaşı’nda ağır bir yenilgi alan Almanlar, kırık gururlarını bu turnuvadaki zaferleriyle bir nebze olsun onarmışlardı. Bern Mucizesi filmi Almanların bu serüvenini birbirine paralel üç kanaldan aktarıyor.
Lubanski’ler, II. Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düşen babalarının yokluğunda ayakta kalmayı başarmış bir aile. Anne ve kız birahane işletmekle, büyük oğul müzisyenlikle meşgulken, küçük oğulun en büyük tutkusu futbol. En hayran olduğu futbolcu ise çantasını taşıyarak stadyumda seyretme imkanına kavuştuğu Helmut Rahn. Bir gün baba Richard’ın geri döneceğini haber almaları, artık tamamlanacağını düşünen aileyi sevindiriyor. Ancak 11 yıllık esaretin ardından ruhu tarafından terk edilmiş, boş bir kabukla karşılaşıyorlar. Yaşadığı acılarla baş edemeyen, ama bunu dillendirmek için gönlünü de açamayan baba, eksik de olsa düzenini kurmuş ailede huzursuzluğa sebep oluyor. Babanın bu hali, yükselişteyken Nazi bayrağı altında boynu dik duran bir ülkenin yenilgiden sonra nasıl da ağır bir travma yaşadığının simgesi aslında.
Filmin aktardığı ikinci kanal genç spor muhabiri Paul ile zengin ve şımarık eşi Annette Ackermann’dan geçiyor. Balayını Fas ve Mısır’da geçirme planları yapan Annette, kocasının Dünya Kupası’nı izlemek üzere İsviçre’ye gönderilmesine bozuluyor, ama peşine takılmaktan da geri kalmıyor. Futboldan hazzetmeyen, saçma bir erkek aktivitesi olarak gören Annette’in finale giden yolda bu heyecana ortak olması, futbolun bireyleri sürükleyen kitlesel etkisini göstermek için iyi bir örnek olduğu gibi, filme mizahi bir renk de katıyor.
Ve elbette 1954 Dünya Kupası… Savaşın ardından bölünmüş ve yıkılmış olan Batı Almanya; yenilgi yüzü görmeyen Macaristan, İspanya’yı kura ile geçip tarihe geçen Türkiye ve güçsüz Güney Kore ile aynı gruba düşmüştü. İlk maçlarında Türkiye’yi rahat geçen Almanlar, Ferenc Puskás’lı Macaristan karşısında 8 gol yemekten kurtulamamışlardı. Bu maçta as oyuncularını yedek oturttuğu için yerden yere vurulan teknik direktör Sepp Herberger, dönemin turnuva kuralları nedeniyle, tekrar karşılaştıkları Türkiye’yi eleyerek kaderini kurtarmıştı. Finale kadar giden yolda hep diken üstündeydiler, maçları kazanıyor ama güven vermiyorlardı. Finale çıkmaları bile büyük başarıydı. Rakipleri Macaristan karşısında hiçkimse onlara şans vermiyordu.
Bern Mucizesi filminin göze ilk çarpan özelliği dönemi yansıtmada çok başarılı olan sanat yönetmenliği. 7 milyon € gibi küçük bir bütçeyle nelerin başarılabildiğini görmek keyif veriyor. Finale kadar maçlardan görüntü göremiyoruz, ama stüdyoda kameraya alınan final maçı bilgisayar efektleri sayesinde öyle güzel sahneleniyor ki, önceki maçların eksikliğini unutturuyor. Öte yandan görüntü yönetmeni bu emekleri daha da parlatan bir performans sergilemiş.
Kendisi de bizzat futbolculuk yapmış alman yönetmen Sönke Wortmann, popüler filmleriyle ülkesinde beğeni toplayan bir yönetmen. Bu hikâyeyi geleneksel Hollywood sinemasının yöntemlerini iyi özümsemiş bir biçimde aktarmayı başarıyor. En takdir edilen özelliği ise futbolu körü körüne bağlanılacak bir aşk olarak değil, hayatın güzelleşmesi için bir vesile olarak görmesi. Küçük oğul Matthias’ın babasının savaş anılarını dinlerken kritik bir maçın anlatıldığı radyoyu kapatması, muhabir Paul’ün baba olacağı haberi karşısında kutlamaları terk etmesi, futbolun ciddi bir şey olduğunu, ama asla fazla ciddiye alınmaması gerektiğini gösteriyor. Öte yandan, final maçındaki mücadele futbolda sonucun, maça yetişmeye çalışan baba-oğul arasındaki yakınlaşma da yolculuğun ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatıyor.
Franco’nunUğuru
Türkiye aslında ilk kez 1950’de Dünya Kupası’na katılmaya hak kazanmış, ama ekonomik gerekçelerle Brezilya’ya gidememişti. 1954 Dünya Kupası elemelerinde Türkiye’nin tek bir rakibi vardı: İspanya. İlk maç 6 Ocak 1954’te Madrid’de oynandı ve İspanya rahat biçimde 4-1 kazandı. İsviçre biletini kaptıklarına inanan İspanyollar, 14 Mart’ta kendilerinden emin bir biçimde İstanbul’daki maça çıktılar. Ama 1-0’lık şok bir yenilgi aldılar. O zamanlar gol averajına bakılmadığı için tarafsız sahada üçüncü bir maç yapmaları gerekiyordu. İtalya’nın Roma şehrinde, Türkiye tüm dünyayı tekrar şaşkınlığa uğratarak uzatmaya giden maçı 2-2 berabere bitirdi. Penaltı uygulaması olmadığından direkt kuraya geçildi. Yazı-turayı atması için babası stadyumda çalışan top toplayıcı Luigi Franco Gemma seçildi. Kalecimiz Turgay Şeren yazıyı seçti, Franco gözleri bağlı biçimde parayı havaya attı ve İspanya elendi. Bu olaya “Franco’nun uğuru” denmektedir.
Bu yazı ilk olarak GOAL dergisinin Kasım 2010 sayısında yayınlanmıştır.