“Sanat sanat içindir.” mi, yoksa sanatın amacı toplumun kendisi mi? Francofonia sanatın kim ya da ne için olduğunu sorgulamaksızın, bu cevapsız soruya yanıt vermeyi başaran belgesel tadında bir yapım.
Film bir Skype görüşmesiyle başlayıp, İkinci Dünya Savaşı’na doğru uzanıyor. Ancak savaşın kanlı kısmından ziyade insani tarafına, düşmanlığa değil komşuluğa ya da bir başka deyişle “kardeşliğe” değiniyor. İşgal sırasında Louvre’un nasıl korunduğunu, müzedeki “tarihin” nasıl muhafaza edildiğini ve bu uğurda kağıt üzerinde düşman iki ülke ve milletin farkında bile olmadan nasıl ortak bir çabaya giriştiğini anlatıyor. Bir anlaşmadan, tarihe, tarihi dokulara zarar gelmemesinden bahsediliyor ve “open city” (açık şehir) kavramının bu noktadaki önemi vurgulanıyor.
Filmden biraz çıkıp filmde bahsi geçen konu üzerinde durmak gerekli biraz. Zira ancak o zaman konuşan değil anlatan bir nitelik kazanıyor perdedeki hikaye. Louvre’un inşası ve müzeleşmesiyle başlıyor süreç. Vikinglerden ve Anglosaksonlardan korunmak için feodal beylerin kurduğu bir kalenin Napoleon döneminde ganimetlerle doldurulmasıyla devam ediyor. Ve bu şekilde, haklı ya da haksız elde edilen tarihi eserlerle bir tarih algısı yaratılıyor. Fransa’nın merkezine, Louvre Müzesi’ne yerleştirilen bu sanat eserleri, yaşamış toplum ve medeniyetlerden parçalarla Paris’e, Fransa’ya ve Fransızlara bir unvan atfediliyor ve bir anda tarihin toplandığı bir merkez haline geliyor. Bunu Napoleon’un bilinçli olarak yapması ve modern bir mimari yerine asaletin, aristokrasinin evini tercih etmesi, sanatın nasıl toplum yaratmak, topluma yön vermek amacıyla kullanıldığını da gözler önüne seriyor. Fransa’nın işgali sonrası Almanya’nın, Nazi’lerin bu “yaratılan” tarihi, bu algıyı neden yıkmadığı da anlaşılıyor. Bu geçmişi yıkmaktansa bu özenli mimariye ayak uydurmak ve sayıca üstün düşmanlar karşısında “Avrupa birliği” (bugünkü Avrupa Birliği’nin temeli de Fransa-Almanya ilişkisine dayanmaktadır zaten) düşüncesini devam ettirerek “Osmanlıcılık”a benzer bir algı yaratmaya çalışıyor. Buradan da “Sanat toplum içindir.” ya da “Sanat toplumu inşa etmek içindir.” anlamı çıkıyor.
Madalyonun diğer yüzüne, yani filmdeki hikayenin kahramanlarına odaklanıldığında ise farklı bir resim çıkıyor ortaya. Bir yanda on binlerce siluet, binlerce yüz, yüzlerce portre; diğer yanda ise bunları korumaya çalışan ve bir noktadan itibaren kendi kanaatini kullanan iki isim. Bütün bu suratlar, bütün bu şahıslar sanatın sanat için olduğu görüşünü destekler nitelikte, “Sanat sanat içindir.” çığlıklarıyla insani bir algıyı temsil ediyor. İlham ve güzellik kavramlarının bir araya geldiği, en güzelin insana “takdim edildiği” bu alanı, bu paylaşım merkezini korumayı amaç edinenler anlatılıyor. Sanatın sanatı destekler boyutu, bir eserin bir başka esere esin kaynağı olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Francofonia’nın böylesi bir amaçla yapıldığını söylemek pek de kolay değil. Evet, yönetmenin perdeye aktardıklarından bu anlam, sanatın hem bireysel hem toplumsal hem de sanatsal yönlerinin belirtildiği anlamı çıkartılabiliyor. Ancak bunun bilinçli yapıldığını söylemek zor, belki de Aleksandr Sokurov bilinçaltındaki soruları istemsizce perdeye yansıtıyor. Her ne olursa olsun Sokurov’un farkında olduğu bir gerçek var, o da sanatın tehlikeli ve güçlü bir silah olarak kullanılabileceği gerçeği. Günümüzün en büyük sorun IŞİD’in tarihi, tarihi eserleri yok etme sebeplerinden biri belki de bu silahın etkilerini maalesef bilinçsizce bilmesi.