Yuval Noah Harari’ye göre insanoğlunu dünyaya hâkim kılan en önemli özelliği, alet yapma becerisi veya zekâsı değil, kitleler halinde işbirliği yapabilme yetisidir. 20 bin yıl önce, bugünkü torunlarından çok daha zeki ve becerikli olan insanların çakmaktaşı yontmaktan öteye geçmesini engelleyen veya milyonlarca yıldır kitleler halinde işbirliği yapmalarına rağmen karıncaların ve arıların hâlâ nükleer bomba icat edememesine yol açan şey, kalabalık grupları aynı amaç etrafında toplayacak esnek işbirliği becerisinden yoksun olmalarıdır. Bizleri, Homo sapiens’i ekosistemin zirvesine çıkartan ve uzayı keşfetme noktasına eriştiren şey tam da budur, mekândan ve zamandan bağımsız olarak, milyonlarca türdeşimizle aynı amaç etrafında kenetlenebilmemiz. Sosyal bir varlık olmasına rağmen dar bir çevreyle ilişkiye girebilen Homo sapiens’in milyonlarcasını “ortak ve yüce” bir amaç etrafında kenetleyebilmek için de diğer canlılarda ve binlerce yıl önceki atalarımızda olmayan sihirli bir dokunuşa, icada ihtiyaç duyulmuştur: Birincil gerçekliklere (etrafımızdaki ağaçlar, taşlar, yiyecekler gibi nesnel gerçeklikler) ve ikincil gerçekliklere (duygu ve düşüncelerimiz gibi kendi benliğimizin öznel gerçeklikleri) ilave olarak; din, ulus, ırk, para, devlet, şirket gibi nesnel veya öznel olarak var olmayan üçüncü gerçekliklerin yaratılması… Öznel veya nesnel olarak var olmayan, Antik Yunan tanrıları örneğinde olduğu gibi varlığına inanmayı bıraktığımız anda kaybolacak bu tarz üçüncü gerçeklikler sayesinde bugün milyarlarca insan aynı amaç etrafında kenetlenerek kendi türünün gelişimine ve amansız ilerlemeye hizmet ediyor. Damien Chazelle’in son filmi First Man de Homo sapiens’in en büyük üçüncü gerçeklik başarısını, insanların Dünya’nın ilk neresinde yaşadığını bilmediğimiz evreden “bir zamanlar insanların hangi gezegenden Galaksi’ye yayıldığının muamma olduğu” aşamaya geçişin ilk adımını, Ay’a gidilmesinin öyküsünü perdeye taşıyor. Daha doğrusu, taşımıyor.
Yıllardır perdeye aktarılmayı bekleyen Neil Armstrong biyografisinin, kendisini tüm dünyanın ilgisine mazhar kılan üçüncü gerçeklik üzerinden ele alınması beklenen ve olağan bir yaklaşım çünkü bahsettiğimiz şey izleyicileri salona götüren veya yapımcıları filme para yatırmaya teşvik eden temel movisyon. Fakat Damien Chazelle, bütün beklentileri boşa çıkararak, insanlık tarihinin en büyük üçüncü gerçeklik başarısını, sıradan bir insanın ikincil gerçekliğini, duygularını, acılarını anlatmak için kullanılan bir araca dönüştürüyor. “İnsan için küçük, insanlık için büyük” olan adımın ikinci kısmına değil, birincisine odaklanıyor ve bütün oyunu oradan kuruyor. Bunu yaparken de uzayın fethinin yanında bir diğer kurgu gerçeklik olan devletin günümüzdeki en büyük ve etkili örneğini, Amerika’yı da kâh “uzay araştırmaları kendisine kira zammı olarak dönen insanlar” kâh Kennedy’nin gökleri işaret eden konuşmasını boş gözlerle izleyen Armstrong üzerinden yok sayıyor, araçsallaştırıyor. Ortada Ay’a çıkan insanoğlu veya Sovyetler’i alt eden Amerika yok, sadece ve sadece kaybettiği evladının acısını yüreğinden söküp atamayan ve diğer çocuklarına, karısına, kendisine yabancılaşan, körleşen bir babanın çaresizce arayışı var. Chazelle’in merkeze yerleştirdiği ikincil gerçeklikler, First Man’i, Ay’a çıkan Edwin Aldrinlerin değil, Dünya’dan kaçan Neil Armstrongların filmine dönüştürüyor ve kendisini değerli, özel ve cesur kılan en önemli unsur tam da bu. Ve tek unsur olmaması filmin benzersizliğini daha da yukarı taşıyor.
Damien Chazelle’in içerikte ortaya koyduğu yaklaşım ve gösterdiği cesaret, biçimde de karşımıza çıkıyor. Ortalığı kasıp kavuran üçüncü filmi La La Land (2016) ile övgülere, üne ve en iyi yönetmen Oscar’ına ulaştığında henüz 32 yaşındaydı, -matematik bilenleri şimdiki yaşı için piste alıyoruz. Aslında kendisi, sinemada eşine kolay rastlanmayan bu başarıya, özgün ve apayrı bir yoldan ziyade kestirmeden ve geçer akçe olan formüllere sıkı sıkıya tutunarak ulaşmıştı: Biraz medyana hitap “hayaller – hayatlar” veya “faşist öğretmen – idealist öğrenci” tarzı düz hikaye, biraz kaliteli müzik, biraz ritim, bolca duygu… Risksiz tercihlerle izleyiciye kendisini sevdiren Chazelle, bu defa “sevilmemeyi göze alarak”, hatta tercih ederek riskli sulara dalıyor. Geniş, ferah ve renkli kadrajlar yerine boğucu ve minimum veri sunan yakın planlarla, sıradan izleyiciyi uzaklaştırabilecek kurgu tercihleriyle hikayesini aktaran yönetmen, içerikteki reddedişlerini teknik yönden de destekliyor ve Armstrong’un sinemasal anlamda sınırları belli olan öyküsünü, olabilecek en klostrofobik ve puslu şekilde perdeye taşıyor. Kabinde olmanın, ölümle burun buruna yaşamanın ne demek olduğunu karakter psikolojisini de kucaklayacak şekilde yansıtan Chazelle, bizleri astronotların pek de şahit olmadığımız karanlık dünyasıyla baş başa bırakıyor. “En güvenli yol, uzay yoludur” esprilerinin sonlanması için Challenger faciasının yaşanmasına gerek olmadığını, Ay’a giden ilk insanların aslında zorlu bir süreçten sağ çıkan son insanlardan olduğunu her karesiyle hissettiren First Man’de Chazelle’in ortaya koyduğu cesaret, genç yaşta kısa yoldan zirveye çıkan birinin kolay kolay göze alamayacağı türden ve kesinlikle alkışı hak ediyor.
First Man, tipik Holywood biyografisi gibi görünse de Chazelle’in beklentilere, kendi filmografisine ve türümüzün yarattığı bilumum anlam örüntülerine kafa tutmasını sağlayan cesareti sayesinde emsallerinden ayrılan ve insanlık tarihinin en önemli adımının karşısına koyduğu öznel gerçekliğimiz üzerinden mesajını ileten, güçlü ve kıymetli bir eser. Büyük anlatıların modasının geçip geçmediği meçhul olsa da büyük anlatıları böylesine küçük anlatılara feda eden filmlerin yeri her daim apayrı olacaktır, nihayetinde insan, kozmosta bir mikrokozmostur.