Sermaye, kendini korumak için çevresine duvarlar örerken, ‘diğerleri’ne de işaretli alanlar yaratıyor. Bugün, 3. Dünya’nın birçok merkezi suçla birlikte anılmakta. Bunların en önde gelenlerinden biri, Rio de Jenerio; bildiğiniz üzere gerçek olaylardan uyarlanmış Tanrıkent (Cidade de Deus, 2002) filmine beşiklik ediyordu. Bu sene Filmekimi’nde gösterilen Nefes Nefese de, yolu Meksika’nın ‘Tanrıkenti’ diyebileceğimiz Juarez’e düşen, Los Angeles bölge savcısı Paul Stanton’ın trajik hikayesi etrafında şekilleniyor esasen.
Dikkat! Bu yazı filmle ilgili bazı sürprizleri açık etmektedir.
Juarez, ‘Unutulmuşlar’ olarak anılan sokak çocukları başta olmak üzere, egemen sistemin dışladığı, beyaz-zenciler ve diğer tüm ötekilerden mürekkep bir taşra şehri. Koskoca bölge savcısının neden oraya yolu düşsün diye soracak olursanız, kırılma noktası zaten tam da burası. Savcımızın kızı nadir görülen bir akciğer hastalığına yakalanıyor. Normal şartlarda bir çift akciğer için, epey beklemeniz gerek tabii. Ne var ki, küçük kızın durumu bir raddeden sonra daha da kötüleşince, savcı çareyi yasadışı organ turizminin başkentine bir ziyarette buluyor.
Nefes Nefese, klasik hastalık dramı janrını, sosyo-gerçekçi bir çerçeveye oturtturan, iyi bir konvansiyonel sinema örneği. Tony Scott’un Gazap Ateşi (Man on Fire, 2004) filmini anımsadım ben nedense izlerken; her iki film de Meksika’da geçiyor. Birinde kaçırılan bir kız için mücadele verilirken, diğerinde ise hasta bir kız için mücadele veriliyor. Mücadelenin karşı cephesinde, muktedir ile işbirliği yapan suç örgütleri bulunuyor. Nefes Nefese’nin ikinci yarısında yükselen gerilim ve aksiyon da Gazap Ateşi’ne çok benzeyen bir atmosfer yaratmış. Yalnız bizim filmimiz, biraz daha sivri dilli, olmadık yerlere parmağını sokuyor. Film, başında ve sonunda verilen dünyadaki organ ticaretine ait istatistik verilerle, bir misyon üstlenmeye çalışmış gözüküyor.
Baltasar Kormákur, bir yandan sistemin egemenlerinin kendi çarklarını nasıl döndürdüklerini kıyasıya eleştirirken, diğer yandan da Savcı karakteri vasıtasıyla, bir Amerikalının nasıl bir portre sahibi olması gerektiğinin kalınca altını çizmeye çalışmış. Bu çatışkı, filmin bana göre en büyük zaafı durumunda. Finalde, kızı ile kimsesiz bir çocuğun hayatı arasında seçim yaptırılmaya zorlanan savcı Paul’un tavrı da romantizmin daniskalığı resmen. Yani sırf bu dürüst Amerikalı imajı verilsin diye, Paul kızını feda edebiliyor filmde, şaka gibi.
Film bu yönüyle bana Savaş Tanrısı (Lord of War, 2005) anımsattı. O film de, satıhta anti-militarist olmaya çalışırken silah fetişizmine kadar giden bir dizi sorun içeriyordu. Benzer bir biçimde, Nefes Nefese de vaat ettiği karşı duruşun altını dolduramıyor bir türlü. İçerdiği temel etik çatışkının yanı sıra satır aralarında da politik-sosyal söylem tutarsızlıkları göze çapıp duruyor filmde. Bunları uzun uzadıya yazmaya lüzum yok sanıyorum, ne de olsa karşımızdaki yönetmen İzlandalı olsa da film yıldızlarla dolu bir Amerikan yapımı.
John Claflin ve Walter Doty imzalı senaryonun Arriaga’vari bir havası var. Lakin Iñárritu & Arriaga ortaklıklarında genelde hikaye ikiden fazla kanalda akar ve tek noktada kesişir. Bu filmde ise, çok kritik noktalarda, inanılırlığı zedeleyen, organik olmayan kesişme noktaları mevcut. Bunlar öyle kesişme noktaları ki –en önemlisi yukarıdaki seçim anı mesela- gidişatı bir twist gibi büküyor ve farklı bir yöne saptırıyorlar. Bu sapaklar, gerilime katkıda bulunmuş bulunmasına, ama didaktik bir yapıya da sebebiyet vermiş. Kısacası, Arriaga meşrebinde fakat onun kalitesinden uzak bir senaryo çalışması var Nefes Nefese’nin.
Son tahlilde Nefes Nefese, büyük bir çarpıklığı haykırırken, düzene çomak sokmaya da pek niyet etmeyen/edemeyen bir deneme. Akıcılığına, yarattığı çatışmalara ve gerilime fit olmamak, güzel vakit geçirmemek neredeyse imkansız. Size göre ‘bir film sadece bir film ise’ rahatça izleyebilirsiniz, eğer bu fikirde değilseniz, Nefes Nefese hakkında iki kere düşünün.