Swiss Army Man
En başta Swiss Army Man’in bıçak sırtı bir eser olduğunu, filmi sevenlerle sevmeyenlerin aynı gerekçelerle kürsüye çıkabileceğini; bu nedenle sevmeyen taraf olarak genellenebilirliği düşük tek cenahlı önermelerle karşınıza geleceğimizi belirtmemiz lazım. Swiss Army Man’in temel sorunu, parlatıp vitrine çıkardığı yönü olan özgünlüğü. Kolâj olarak uzaktan bakıldığında orijinal dursa da parça bazında filmin, zannettiğinin aksine, kendisine ait özgün fikirleri pek yok: Tek başına bir adada kalma, hayali arkadaş, saplantılı anımsama retoriği, psikoseksüel okumalar barındıran karakter davranışları, film içi yinelemeli gaglar hep başka yerlerden alınan “emanetler”. Hepsinin bir arada olmasının filme dinamizm kattığını kabul etmekle birlikte bu emanetlerin Tarantinovari bir dokunuşa ihtiyaç duyduğu da aşikâr ve parçaların bütüne hizmetini sağlayacak, ortaya konan düşünceleri belli bir ana fikir etrafına dizecek yönetmen dokunuşunun bir türlü gelmemesi derinleşme amacındaki filmin sözde entelektüellikle çetin bir imtihana girmesine neden oluyor. Tüm sıradışılaşma çabasına rağmen gayet sıradan ve zorlama bir olay örgüsüne sahip filmin finalde geldiği nokta ise doğal olarak bir “kaçış” oluyor; hayalin gerçekle, olağanüstünün olağanla takas edildiği finalden geriye “what the fuck” ve eksik bir varoluş sorgulaması kalıyor.
Julieta
Son iyi filminin üzeriden 10 yıl geçen ve sinemasının hapsolduğu açmazlar nedeniyle zaman zaman esprilere konu olan Pedro Almodovar’ın yeni filmi Julieta, parça düzeyinde yönetmenin zirve işlerini akla getirecek kadar iyi olsa da bütünü itibariyle Almodovar sinemasında belli hususların bir türlü yoluna girmediğini tekrar tekrar kanıtlayan silsileye eklenen halkalardan biri olmaktan öteye gidemiyor. Orta yaş bunalımlarıyla boğuşan ve sevgilisiyle Portekiz’e taşınmak üzere olan Julieta’nın 12 yıldır görmediği kızından gelen dolaylı haberden sonra içine girdiği yaşam muhasebesini geriye dönüşlerle anlatan Almodovar, bütün yeteneğini konuşturarak dört başı mamur sahneler çekmesine rağmen ana fikir noktasında göz kanatan bir sığlığa hapsoluyor. Neyse ki Julieta, 3 kuşağa yayılan bir hikâyeyi Anadolu’daki yaşlı ninelerin “yarın çocuğunuz da size aynısını çektirir” temalı menkıbelerine çeviren ve bunu sürekli vurgulamakta beis bir yan görmeyen Almodovar’ın “ne dediğini” bir kenara atıp “ne çektiğine” odaklanmaya imkân verecek incelikli bir iş, yoksa çekilecek çile olmayabilirmiş.
Wiener-Dog
Todd Solondz’un son filmi Wiener-Dog, yönetmenin iyi işlerini özleyenleri mutlu edecek bir kara-komedi olarak festivalin yüz güldürenleri arasına adını yazdırmayı daha açılış sahnesindeyken başarıyor. Görünüşü nedeniyle sosis köpek olarak da adlandırılan dakhund cinsi bir köpekle küçük bir tura çıkan Solondz; dinden ahlaka, sanattan varoluşa kadar birçok hususta dikkat çekici tespitlerde bulunarak geniş çaplı ve yürek burkan bir Amerika portresi çıkartıyor. Yalnızlığın kol gezdiği, mükemmeliyetçiliğin trajediye evrildiği derin Amerika’daki turuna farklı yaş ve sosyo-ekonomik gruplardan kişiler konuk eden ve merkezindeki köpek üzerinden misafirlerine ayna tutan yönetmen; kendine has mizahı ve dokunduğunu zenginleştiren sinemasal zekâsı sayesinde olabildiğince karamsar bir yolculuğu sulandırmadan daha açık tonlara bürümeyi başarıyor. Hayranlarını iç acıtıcı olduğu kadar da samimi bir iletişimsizlik portresiyle selamlayan Solondz’a aynı içtenlikle cevap vermek isteyenler gönül rahatlığıyla sonraki seanslara bilet alabilir, güzellikler ayağa gelmişken tepmemek lazım.