Kaç film oldu? Bilmiyorum valla, ben saymadım. Seyrettiklerimin hepsini yazıyorum. İsteyen saysın. Festivalin en merak ettiğim filmi Dante 01’i nihayet izledim. Üstelik Marc Caro ile tanışıp söyleşi bile yaptım. İnanmayacaklar için birlikte fotoğraf çektirip, üstüne iki Tersninja.com flyer’ına imzasını attırdım. Filmin yorumu yazının devamında, röportaj ise pek yakında yayında. Tersninja.com gördüğünüz üzere “Arabaya benzin de koyim mi, abi” diyecek duruma gelmiştir artık. 🙂
Dante 01 – Marc Caro
Seyir Mekanı: Beyoğlu Emek
Jean-Pierre Jeunet ile birlikte çektikleri Şarküteri ve Kayıp Çocuklar Kenti ile hatırladığımız Marc Caro çizgi roman fantastiğiyle, bilimkurguyu harmanlandığı ilginç, sofistike ve cesur denebilecek bir filmle çıktı festival seyircinin karşısına. Önceki iki filmindeki masalsı havanın yerini daha karamsar, daha karanlık ve daha mistik havaya bırakması kimilerini memnun etmedi tabi. Ama benim gibi 2001 Uzay Macerası ve Solaris hayranı bilimkurgu meraklıları bu filmi şimdiden fetiş filmleri arasına yerleştirmeye hazırlanıyor.
Caro gerçekten de Dante 01’i yaratırken belli ki onu bugüne kadar etkileyen yapııtların tortusunu filme taşımaktan çekinmemiş. Filmin hikayesinin uzayın derinliklerindeki bir istasyonda geçmesi, bu istasyonun sıradışı bir gezegenin yörüngesinde olması, istasyonda bilimadamlarının olması ve klostrofobik atmosferiyle Solaris’i; hikayenin mistik yönü ise 2001 Uzay Macerası’nı akla getiriyor ilk anda. Daha popüler bir filmle paralellik kurmak gerekirse de David Fincher’ın çektiği üçüncü Alien filmiyle Dante 01 arasındaki benzerliklerin dikkaç çekici olduğu söylenebilir. İkisinde de hikaye uygarlığın çok uzağındaki tecrit edilmiş bir mekanda geçiyor. Daha da önemlisi iki filmin karakterleri de toptan kafası kazıtılmış, akıl sağlığı pek de yerinde olmayan mahkumlar. Caro’nun kankası Jeunet’nin ilk Hollywood macerası Alien: Resurrection’a da değinmek gerekir. Çünkü Dante 01 ile aynı formül üstünden yürüdüğü söylenebilir onun da. Nedir o formül: kurbanlar + düşmanlar + kurtarıcı + tecrit edilmiş mekan x karmaşa. Kurbanlar her iki filmde de otorite ve otorite karşıtı olarak kategorize oluyorlar. Yine her iki filmde de otoriteyi temsil eden kurban gurubu (a) düşmanı inceleme ve ehlileştirme peşinde. B gurubu ise isteği dışında olaylara dahil oluyor. Kurtarıcı görevini üstelene ise insanüstü özellikler sergileyen bir figür. Alien:Resurrection’da bu Ripley; Dante 01’de ise isimsiz bir tutuklu. Kurtarıcı hep otorite tarafından esaret altında tutuluyor. Bu da onun başlangıçta b gurubu kurbanlarla müttefik olma durumunu doğuruyor. Bu gurubun içinden çıkan bazı çatlak seslere rağmen…
Çizgi romanların sinemaya üstün geldiği nokta yaratıcısının hayal gücünü daha sınırsız kullanabilmesine imkan vermesi. Sinemada seyirciye şatafatlı bir sahne gösterebilmek için büyük paralar ve insan gücü harcamanız gerekirken bundan çok daha karmaşık bir sahne çizgi romanda yalnızca tek bir çizer tarafından kısa bir sürede yaratılabilir. Bu da çizgi romancıya sinemacıdan daha özgür davranabilme, düş gücünü daha sınırsızca kullanabilme lüksü getirir. Süper kahramanların önce çizgi romanlarda arzı endam etmesinin en büyük sebeplerinden biri budur. Caro da bir çizgi romancı. Sinemadan önce çizgi romanlar yapmış biri. Buradan gelen bir alışkanlıkla Dante 01’ini yaratırken düşgücünü hiç sınırlamamış. Başkalarının saçma bulacak olmasını dert etmemiş.
Ama ne yazık ki sinemanın çizgi romana açık ara üstün geldiği nokta ise, sinemanın çok daha büyük kitlelerce tüketiliyor olması. Çizgi roman okurları asgari müşterekte buluşup benzer özellikler sergilerken sinema seyircisi dediğimiz büyük kitle çok farklı özellikleri, zevkleri, algıları olan insanlardan oluşuyor. (Bunun için hiç riske girmemek prensibiyle çekilen gişe canavarı filmler denemiş formüller üstünden yürüdüğü için hep birbirine benziyor.) Dolayısıyla Caro’nun filmin finalini bir sinemacı olarak değil de bir çizgi romancı gibi getirmesi çoğunluğu memnun eden bir tercih olmuyor. (Bu Caro’nun umurunda değil tabi.) Bu ancak belli bir kesimin hazmedebileceği bir şey. Filmi seyrettiğim salonda insanların verdiği tepki de bu argümanımı destekler nitelikteydi zaten. Filmin karanlık ve karamsar atmosferi de mainstream sinema izleyicisini salondan hoşnutsuz ayrılmasına neden olacak bir başka tercih. Ama Caro zaten bir tüccar değil, bir sanatçı. Dante 01 onun gişeyi düşünerek film yapmayacağının ilanı aslında. Ama dünyanın ve sektörün gerçeklerini düşünürseniz, bu onun kariyeri boyunca çok fazla film çekemeyeceği gibi acıklı bir tablo da koyuyor önümüze. Çünkü Caro’nun çektikleri “görselliği ön planda olan filmler.” Ki bu aynı zamanda “pahalı filmler” demenin bir başka yolu. Kitlelere hitap etmeyen pahalı filmler de yapımcıların pek yanaşacağı türden projeler değiller.
Dante 01 ülkemizde de vizyona girmeyebilir. Neyse ki ben bu filmi sinemada seyretme şansı buldum. Çünkü DVD’den aynı keyfi verecek bir film değil bu.
İşte Özgür Dünya / It’s A Free World – Ken Loach
Seyir mekanı: Landlord Malikanesi
İşçiyi, işçinin hakkını savunanların listesi yapılsa en başa Marx ve Lenin’in adı yazılır herhalde. Bence üçüncü sıraya kesinkes Ken Loach’un adı yazılmalı. Benim Adım Joe ve Riff-Raff gibisinden işçi sınıfın dertlerine eğilen filmlerinin arasına İşte Özgür Dünya ile bir yenisini eklemiş Loach. İngiltere’de zor şartlar altında çalışan ya da öyle bir işi dahi bulamayan mültecileri ve mülteciler üstünden para kazanan fırsatçıları/sistemi konu alıyor film. Angie bu fırsatçıların kurduğu sistemde yer alan bir çalışandır. Anavatanındadır ama o da kadın olmanın zorluklarından muzdariptir. Bu duruma itiraz ettiğinde işinden olur. Kendi işinin patronu olmaya karar verir. Polonyalı, İranlı, Ukraynalı vb. göçmen işçilere iş bulan taşeron bir firma kurarak dışlandığı sisteme kendince savaş açar. Ama yavaş yavaş Angie de savaş açtığı o sisteme dönüşmeye başlar. Gerçek hayat dramaları genellikle sıkıcı olma tehlikesi arz eder. Ama Ken Loach bu tehlikeyi her seferinde bertaraf edebiliyor. Onun anlattığı gerçek hayat hikayelerini kimi zaman soluk soluğa kimi zaman duygusallaşarak izliyoruz. Karakterlerini hep özelliksiz, son derece sıradan insanlardan seçiyor. Ama yine de o karakterleri bir daha unutamıyoruz. Ken Loach bize her seferinde bir ders veriyor. Bizi işçi sınıfın sıkıntıları ve hayatın kendisiyle ilgili bilinçlendiriyor. Ama hiç didaktik olmadan beceriyor bunu. Bizi sıkmadan, itmeden, yarım aklıyla bize hayat dersi vermeye çalışan bazı öğretmenlerimizi hatırlatmadan yapıyor. Onun sinemasının büyüsü de zaten buradan geliyor işte.
Define / King Of Clafornia – Mike Cahill
Seyir mekanı: Beyoğlu Atlas
Michael Douglas’ı 2000 yılından (Traffic / Wonder boys) beri doğru düzgün bir filmde izlememiştim. Douglas bu iki filme rağmen, yalnızca Temel İçgüdü ve Ölümcül Cazibe hatta Taciz gibi filmlerle anılmak konusunda pek bir sıkıntısı yokmuş gibi gözüküyordu. E insanın Catherine Zeta Jones gibi karısı olunca para kazanması lazım tabi ama işin bir de sanat ve kalıcı iş yapma yönü var değil mi ama? Umarız kendisinin rol aldığı küçük bütçeli, dar kadrolu, bağımsız film Define, Douglas’ın bundan sonra oynayacağı iyi filmlerin bir habercisidir.
Bağımsız olsa da, festival seyircisi dışındaki sinema severlerin de rahatlıkla izleyebileceği nahif bir film Define. Californiya’da takıntılı bir biçimde define arayan aklı biraz “karışık” bir adamın ve kızının hikayesini anlatıyor film. Aslında bir arayış değil, bir baba-kız hikayesi bu. Tüm filmi bu iki karakter sürüklüyor, zaten neredeyse başka oyuncu yok filmde. Buna rağmen hiç sıkılmıyor, mütemadiyen tebessümlü bir lüz ifadesi takınıyorsunuz filmde. Gözyaşlarına boğulmuyorsunuz ama yine de buruklaşıyorsunuz zaman zaman. Festivalin kitle filmi olabilecek nadir filmlerinden biri Define. Mutlaka görün derim.
Karanlık Korkusu / Peur(s) Du Noir – Kollektif
Seyir mekanı: Landlord Malikanesi
Festivalin Geceyarısı Çılgınlığı bölümünde gösterilen bu film altı grafik sanatçısı ve çizerin hayat verdiği kabuslardan oluşuyor. Bir nevi “çizgili alacakaranlık hikayeleri” derlemesi. Çizgi roman estetiği hemen dikkat çekiyor. Çizgi roman severlerin mutlaka görmesi gereken bir çalışma.