Festivalle alakalı öneri listemi vermiştim. Listeyi izlediğim filmlerden değil, yönetmeniyle, ya da ne bileyim, konusuyla falan bende beklenti yaratan filmlerden oluşturmuştum. Anlayacağınız size önerdiğim her filmi bizzat kendim de tecrübe etmeyi planlıyordum. İstanbul Film Festivali’nin bugün altıncı günü. (ama ben bu yazıyı beşinci gününde yazıyorum) Listeden ve liste dışından çeşitli filmler seyrettim. (Siz de seyrediyorsanız, neden film ve ortamlar hakkında düşüncelerinizi yazıp yollamıyorsunuz bize. Evet, Tersninja.com festival muhabirleri arıyor!)
Tersninja.com müdavimleri artık benim ne tembel bir herif olduğumu öğrendiler. Ama yeni başlayanlar için “memo” geçeyim. Ben öyle festival zamanı sinemalar arasında, aktarma yapacak THY yolcuları gibi stres içinde koşturacak bir adam değilim. Her sene bir rekor kırma motivasyonuyla psikopata bağlayan, hatta bir zaman sonra gittiği film sayısı konusunda beyaz yalanlar söylemeye başlayanlardan hiç değilim.
Dedim ya bu yazıyı festivalin beşinci günü yazıyorum ve şu ana kadar sinemada tek bir film seyrettim. Onu da öyle ayarladım ki tek filmde aradan beş film çıkarmış oldum. Şaşırmayın canım, Canlandırma Sineması bölümünde gösterilen Alexander Petrov filmleriydi gittiğim. Filmlerindeki karelerinin her birini cam plaklar üzerine parmaklarıyla boyayan bu Oscar’lı yaratıcının tüm filmlerine hayran olma şansı buldum bu sayede.
Size önerdiğim 10 filmi bilem ama ne yapın, ne edin 2 kez daha gösterilecek olan Alexander Petrov şaheserlerini mutlaka izleyin. (12-14 Nisan)
İnek; Gülünç Bir Adamın Düşü; Denizkızı; Aşkım; Yaşlı Adam ve Deniz adlı bu aşağı yukarı yirmişer dakikalık filmleri izlerken kendinizi farklı bir boyuta geçmiş gibi hissedeceksiniz. Tamamen farklı görselliği olan bir boyut bu. Bu boyut aynı anda hem bir yağlı boya tablo estetiğine hem de gerçek hayat dinamiğine sahip. Yağlı boya tablolar gözünüzün önünde canlanıyor, dile geliyor ve size hikayeler anlatıyorlar. Bu hikayeler kimi zaman Rus edebiyatının gerçekçiliğini yansıtıyor, kimi zaman rüyalardan çıkıp gelen imgeleri. Petrov’un Amerikalı yazar Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz romanından uyarladığı filmi sevdim ben en çok nedense. Belki hikayenin hiç bitmeyen büyüsü yüzünden… Sonrasını sıralarsam İnek ve Gülünç Bir Adamın Düşü derim.
Başka neler seyrettim peki? Ha siz sinemaya gitmeden nasıl olup da film seyrettiğimi merak ediyorsunuz. Sağolsun, İKSV bazı filmlerin DVD’sini sinema yazarları için tedarik etmiş. Ben de seyretmek istediğim filmlere denk gelince gidip evimde rahat rahat seyredeyim dedim. Siz öyle yapmayın tabi, festival havasını soluyun mutlaka. Bizimkisi Film’den Kule’de yaşayan bir adamın tembelliği. İstanbul’dan yorulmuş bir adamın tembelliği. Yoksa film festivali için iki kez Mardin’e gitmişliğim var. Üçüncüsü yapılırsa üşenmem ona da giderim. Yediğim yemeklerin yazasını da yollarım cakmagurme.blogspot.com’a.
Takeshi Kitano’nun Yaşasın Yönetmen! adlı son filmini izledim evde. Kitano son dönemde mafyadan aksiyondan iyice koptu. Kendini, daha doğrusu içindeki mizah ve ironi duygusunu daha bir ifade eden filmler çekmeye başladı. Takeshi de böyle bir filmdi, Yaşasın Yönetmen! de öyle. Sinefillerin mutlaka görmesi gereken bir film. Çünkü Japon yönetmen bu kez sinemanın kendisini de hicvediyor. Hem popüler sinema türlerini, hem sanat filmlerini… Beat Takeshi’nin pek çok mesleki kimliği var ama son tahlilde asıl işi palyaçoluk. Japonlar onu ilk öyle tanımış bildiğim kadarıyla. Zaten filmlerinde daima palyaçoluğuna gönderme yapar Kitano. (Zatoichi’nin sonun hatırlayın.)Ama Yaşasın Yönetmen! tamamiyle “palyaço” Kitano’nun filmi.
Listede yer alan ve seyrettiğim bir diğer film Im Kwon-taek’in Yılların Ötesinde’si. Güney Kore sinemasına özel ilgim olduğu ve bu sinemanın kurucularından biri olan Im’in Güney Kore sinema tarihinin gişede büyük başarı kazanmış ilk kitle filmini yapmış olduğunu bildiğim için merak ediyordum bu filmi. Üstelik sözünü ettiğim o kitle filminin, Sopyonje’nin (1993) devamı Yılların Ötesinde. Filmleri çok beğenilen yönetmen Kim Ki-duk’un etkilendiği yönetmenlerden biri olduğunu düşündüm Im’in filmini izlerken. Çok önemli bir film değil elbette YÖ. Usta da olsa eskimiş bir yönetmenin elinden çıkmış, eski bir hikaye hissi veriyor bu melodram size. Birbirine kavuşamayanların hikayesi anlatılıyor filmde. Dedik ya, melodram işte, hem de epey ağdalı cinsinden. Güney Kore’nin geleneksel halk müziğiyle tanışacaksanız bu filmi izlerken. Sevmeniz biraz zor bu müziği onu söyleyeyim. Bizim kulağımızın alıştığı melodik yapılardan oldukça farklı bir özü var çünkü.
Paul Auster’a o kadar hayranım ki – hatta onu halihazırda yaşayan en iyi yazarlardan biri olarak görüyorum – onun yazıp yönettiği filme torpil geçip öneri listeme almıştım. Ama auteur Auster, yazar Auster gibi etkileyemedi beni. Oldukça sıradan bir hikaye ve filmdi bence Martin Frost’un İç Dünyası / Inner Life of Martin Frost. Daha önce seyretmiş olsaydım 10’luk listeye imkanı yok almazdım.
Sinemalarda gösterildiği vakit kaçırdığım Goya’nın Hayaletleri’ni de festival vesilesiyle izlemiş oldum. Milos Forman’dan daha farklı bir film beklerdim. “Bir Milos Forman filmi” olduğunu belli eden bir film. Çok özellikli bir film değil Goya’nın Hayaletleri. Sanat yönetimi, oyunculuklar başarılı, o kadar. Ama hikaye sizi içine çekemiyor, karakterler sizi duygusal açıdan yakalayamıyorlar. Kiliseyi eleştirmekse sadece maksat, maksadını yerine getiriyor ama çok da farklı bir şey söylemiyor insanların din konusunda ne “yanar-döner” olduğuyla ilgili olarak.
Şimdilik bu kadar. Düello’nun 11.00 Reks matinesine uyanamadığım için gidemedim. Üzüldüm. Sinemada yakalamaya çalışacağım. Keza Yetimhane, Gözyaşlarının Annesi ve Dante 01’i de sinemada izlemeye kararlıyım. Jodorowski’nin Köstebek’i, Tarsem Singh’in Düşüş’ü, Sean Penn’in Into the Wild’ı sonradan listeme girenler; izlerim inşallah. Yarın öbür gün evde izlemeye hazırlandığım dört film ise şunlar: Karanlık Korkusu, Futbolun Gücü, Düşmanımın Düşmanı ve Ken Loach’un son filmi It’s A Free World.