BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

sinemaseverler için 7 filmli şahane bir hafta! Bir yanda büyük usta Scorsese’nin Zindan Adası, izlemesen olmaz. Diğer yanda Oscar ödülleriyle gündeme oturan Çılgın Kalp ve Precious. Bir de üstüne, romantiklerin asla kaçırmaması gereken Parlak Yıldız. Ve ayrıca üç yeni Türk filmi…

Vizyon

Fecir Alptekin’le Bu Hafta Vizyona Giren Filmler (12 Mart 2010)

sinemaseverler için 7 filmli şahane bir hafta! Bir yanda büyük usta Scorsese’nin Zindan Adası, izlemesen olmaz. Diğer yanda Oscar ödülleriyle gündeme oturan Çılgın Kalp ve Precious. Bir de üstüne, romantiklerin asla kaçırmaması gereken Parlak Yıldız. Ve ayrıca üç yeni Türk filmi…

İşte sinemaseverler için 7 filmli şahane bir hafta! Bir yanda büyük usta Scorsese’nin Zindan Adası, izlemesen olmaz. Diğer yanda Oscar ödülleriyle gündeme oturan Çılgın Kalp ve Precious. Bir de üstüne, romantiklerin asla kaçırmaması gereken Parlak Yıldız. Ve ayrıca üç yeni Türk filmi… O halde doğru sinemaya, vakit kaybetmeden, koşa koşa!

Shutter Island/ Zindan Adası

Yön: Martin Scorsese
Oyn: Leonardo Di Caprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams, Max von Sydow

Gel de söyleme… İşte böyle olur ustaların filmi! Daha ilk anlardan, gemi adaya doğru yol alırken, biz o geminin içinden çoktan Zindan Adası’na girmiştik sevgili okurlar. Evet Martin Scorsese’nin yeni çalışması Shutter Island/ Zindan Adası, dönüp tekrar tekrar izleme arzusu uyandıran filmlerden… Bana göre bir başyapıt.

Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz, demişler. Scorsese zaten yaşayan bir efsane… Usulen saymaya kalksak, en iyilerle özetleyelim desek yine koca bir liste çıkıyor karşımıza: Mean Streets (1973), Alice Doesn’t Live Here Anymore/ Alice Artık Burada Oturmuyor (1974), Taxi Driver/ Taksi Şoförü (1976), New York New York (1977), Raging Bull/ Kızgın Boğa (1980), The Color of Money/ Paranın Rengi (1986), The Last Temptation of Christ/ Günaha Son Çağrı (1988), Goodfellas/ Sıkı Dostlar (1990), Cape Fear/ Korku Burnu (1991), Gangs of New York/ New York Çeteleri (2002), The Aviator/ Göklerin Hakimi (2004), The Departed/ Köstebek (2006).

Ve Zindan Adası’nda, dördüncü kez başrol koltuğuna Leonardo Di Caprio’yu oturtuyor Scorsese. Genel bir yorumla başlayıp, ardından detaya girelim, çünkü söyleyecek çok söz var. İyice kendini geliştiren Di Caprio başta olmak üzere, tüm oyuncular şiir gibi bir performans çıkarıyorlar. Hele de Ben Kingsley ve Max von Sydow’u iki kıdemli doktor olarak izlemek pek keyifli. Filmin asıl gücü ise atmosferinden geliyor. Zindan Adası belki de yönetmenin bugüne dek çektiği, görsel açıdan en zengin filmlerden biri.

Evet film daha ilk andan geminin Zindan Adası’na doğru son derece gizemli ilerleyişi, adanın uzaktan o karanlık, etkileyici görüntüsü, Di Caprio ve Ruffalo’nun canlandırdığı iki polisin şapkaları, pardösüleri, keskin bakışları, en karizmatik halleri, sıkı diyalogları ve fondaki ürpertici müzikle izleyiciyi içine alıyor. Diğer yandan, Scorsese’nin bu filmle Hitchcock’a bir selam çaktığını da düşünmüyor değilim. Zira son ana dek çözülmeyen sır düğümü, bu düğümün katman katman irdelenişi, filmin bütününe yayılan gizem duygusu ve bu gizemin adeta tüm karakterlerde ölüm soğukluğuyla her an hissedilmesi, adresi netleştirmiş. Süpervizörlüğünü Robbie Robertson’ın yaptığı film müziği de, özellikle Gustav Mahler, Brian Eno, Alfred Schnitkke, John Cage seçkileriyle atmosferi iyice güçlendiriyor.

Zindan Adası, daha önce de Mystic River/ Gizemli Nehir ve Gone Baby Gone/ Kızımı Kurtarın adlı yapıtları sinemaya aktarılan yazar Dennis Lehane’in aynı adlı romanından Laeta Kalogridis tarafından senaryolaştırılmış. Ancak Zindan Adası’nın diğer iki yapıta göre çok daha derin ve karmaşık bir yapıya sahip olduğunu söylemek gerek. 1950’lerde geçen filmin izleyiciye sunduğu ilk öykü, iki polisin kaybolan bir hastanın soruşturmasını üstlenmek üzere Zindan Adası’na gelişleri… Fakat gerçeklik çok geçmeden dönüşmeye; odağını, temasını ve hedeflerini değiştirmeye başlıyor. Paralel olarak, aklımız da filme dair yeni sorular türetmeye koyuluyor tabii: Acaba izlediklerimiz gerçek mi, yoksa kaybolan hasta hikayesi sadece iki polisi adaya çekmek için kurgulanmış bir araç mı?

İlk andan itibaren film gizemini koruyor ve son ana kadar gerçeğe kavuşmamıza izin vermiyor. Malum, ada kavramı, zihin labirentinin şahane bir metaforu olarak ve yarattığı “kapalılık/ izole edilmişlik” duygusuyla zaten her zaman çok gizemli bir malzeme. Bu noktada Michelangelo Antonioni’nin, adada kaybolan arkadaşlarının peşine düşmüş bir grup insanın öyküsünü anlatan son derece sinir bozucu filmi L’Avventura (Macera) geliyor akıllara. Kahramanız Di Caprio, dünyaya düşmüş Küçük Prens misali sürdürdüğü ada yolculuğunda, karşısına çıkan her yeni karakterde yeni bir bilgiye ulaşıyor ve bu bilgiler filmin rotasını sürekli değiştiriyor. Geçmişle köprü kuran, görsel değeri oldukça yüksek düş ve halüsinasyon sahneleri de duyguyu güçlendirmekte önemli rol oynuyor.

Scorsese, Zindan Adası’nda, izleğini suç ve suçlu temasından hafifçe kaydırıp, Korku Burnu ve Taksi Şoförü’nde olduğu gibi zayıflamakta/ kaybedilmekte olan zihin yetisine yaklaştırıyor. Bu çerçevede şiddet/ insanın özünde var olan şiddet temalarına da yer yer değiniyor. Filmin tek sorunu, ortalardaki bir takip bölümünde ritmin hafifçe düşmesi ve akışın ağırlaşması. Ama inanın, hiç önemli değil. Bu çok özel deneyimi yaşamak için arada azıcık kasvete değer. Kara film geleneğini referans alan, kendine özgü bir evren yaratmayı başarmış, görsel zenginliği, oyuncu performansları ve müthiş gizemli atmosferiyle başyapıt sayılabilecek bu çok önemli psikolojik gerilimi kaçırmamanız tavsiyesiyle…

Crazy Heart

Senaryo – Yön: Scott Cooper
Oyn: Jeff Bridges, Colin Farrell, Maggie Gyllenhaal, Robert Duvall

En iyi erkek oyuncu dalında Jeff Bridges’e Oscar ödülünü kazandıran Crazy Heart/ Çılgın Kalp bu hafta gösterimde sevgili okurlar… Arada unuttuklarım varsa şimdiden affınıza sığınıyorum; ama şunu peşinen söylemeliyim ki, 1995 yapımı Mike Figgis filmi Leaving Las Vegas/ Elveda Las Vegas’daki Nicolas Cage performansının ardından Çılgın Kalp, beyazperdenin tüm zamanlardaki en sahici alkoliklerinden biriyle tanıştırıyor bizi.

Romantik bir müzikal dram olarak niteleyebileceğimiz Çılgın Kalp, Thomas Cobb’ın romanından Scott Cooper tarafından senaryolaştırılarak sinemaya aktarılmış. Film, Cooper’ın ilk yönetmenlik deneyimi. Müzikler ise Stephen Bruton ve T. Bone Burnett’e ait (filmin The Weary Kind şarkısı Burnett’a Oscar getirdi). Filmde Jeff Bridges tarafından canlandırılan country şarkıcısı Bad Blake karakteri, Amerikalı üç ünlü müzisyen Waylon Jennings, Merle Haggard ve Kris Kristofferson’ın bir kombinasyonu olarak kurgulanmış. Tabii bunlardan bize en yakın olan ve filmdeki karakterde de özellikle görsel olarak ön plana çıkanı Kristofferson.

Çılgın Kalp’in, beyazperdede daha önce de country müziği, müzisyenlik, alkolizm veya düşüş öyküleri üzerine kurulmuş benzeri filmlere göre büyük bir yenilik getirdiğini ya da yeni bir şey söylediğini söylemek güç. Ama en azından anlatması gerekeni derli toplu bir şekilde anlatıyor ve en önemlisi de Jeff Bridges gibi hoş, güçlü ve karizmatik bir adamdan destek alıyor.

Filmde Bridges’in canlandırdığı 57 yaşındaki Bad Blake alkolik, düşkün, yalnız, parasız, çaptan düşmüş, vazgeçmiş, umudunu ve sağlığını yitirmiş ama gururunu asla kaybetmemiş bir country şarkıcısı.“Bad Blake sarhoş, boşanmış ya da kaçakken bile hiçbir konserini kaçırmamıştır” diyecek kadar… Hatta şarkı söylemekte olduğu sahneyi aniden terk edip, kusup yeniden mikrofonun başına dönecek kadar. Ve küçük kasaba barlarında sürdürdüğü gecelik performanslarından biri sırasında, kendisiyle röportaj yapmak isteyen kadın gazeteci Jayne (Maggie Gyllenhaal) ile tanıştığında yıllar sonra ilk kez yeniden hayata dönmek ve ayık olmak istiyor.

Bridges aldığı kilolardan, sarsak duruşundan, hırıltılı sesinden rahatsız bakışlarına kadar karakterini bize yüzde yüz yaşatıyor ve Big Lebowski’den sonraki en büyük performansını çıkarıyor. Zamanında bir numara olmuşluğu tadan ve içinde hala iyi bir şeyler yapma arzusuyla çırpınan; yer yer insani zaaflarımızı, çaresizliklerimizi görüp midemize güçlü bir yumruk yediğimizi hissettiğimiz, yer yer eski günlerinin cazibesine dönüp en seksi haliyle içimizi hoplatan sahici mi sahici bir Bad Blake giriveriyor sonuçta hayatımıza. Karşısındaki genç country şarkıcısı Tommy’yi (Colin Farrell) cebinden çıkarıyor… Genelde beğendiğim ve özellikle de Woody Allen’ın “Cassandra’s Dream/ Cassandra’nın Rüyası” filmindeki performansına bayıldığım Farrell ise Çılgın Kalp’de ne yazık ki yetersiz kalıyor.

İçinde hayat olan/ içine girip yaşadığınız filmlerden Çılgın Kalp. Özellikle Gyllenhall’ın canlandırdığı kadın gazeteci ile Bad Blake’in ilk karşılaşmaları olan röportaj sahnesi, benim kişisel sinema belleğimdeki unutulmaz kareler arasına girecek gibi görünüyor. Gyllenhall’ın bu rolle en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar’a aday olduğunu da hatırlatalım; ama bana kalırsa aşık bir kadın olarak inandırıcılığını tüm film boyunca korumayı başaramıyor. Robert Duvall’ın küçük rolü de, son dönem sinemasında sıkça rastladığımız ustalara saygı/ nostalji yaratma işlevini üstleniyor ve Çılgın Kalp izleyiciye hoş müzikler taşıyan, hoş anlar yaşatan, insancıl ve naif bir küçük film olarak görevini tamamlıyor. Büyük bir oyuncu performansı görmek isteyenler, Jeff Bridges için Çılgın Kalp’i izlemeli…

Bright Star/ Parlak Yıldız

Yön: Jane Campion
Oyn: Ben Whishaw, Abbie Cornish, Kerry Fox, Paul Schneider

Dönem filmlerini sevenlerden ve hala şiirin romantizmine inananlardansanız bu film tam size göre sevgili okurlar! 90’lardan başlayarak Sense and Sensibility/ Aşk ve Yaşam, Pride and Prejudice/ Aşk ve Gurur ya da The Duchess/ Düşes‘in yarattığı heyecan, tutuku ve coşku sonunda Parlak Yıldız’da yeniden canlanıyor…

1800’lerin ilk çeyreğinde geçen film, İngiliz romantik şiirinin son temsilcilerinden, 25 yaşında yaşama veda eden John Keats (Ben Whishaw) ile Fanny Brawne’ın (Abbie Cornish) kısa süren ama çok büyük aşklarını taşıyor sinema perdesine. Bir evi ve geliri olmadığı için, söz konusu dönemde birinin kocası olma hakkına da sahip olmayan yoksul şair Keats ile varsıl aile kızı Brawne’ın şiirle büyüyen aşklarını adım adım yaşıyoruz. Bir duygunun doğuşu, serpilmesi, aşkın ilk baştaki o çekingen ve ürkek halleri, ilk itiraf öncesindeki hırçınlıkları, gururu ve doruğa ulaşması bu kadar mı güzel anlatılır… Sadece sevgilinin dünyadaki varlığını bilmekten duyulan haz ve ne yazık ki ölüme karşı koyamamanın çaresizliği…

Önceki yıllarda The Piano/ Piyano (1993) ve The Portrait of a Lady/ Bir Kadının Portresi (1996) ile gönlümüzü fetheden Jane Campion, özellikle dönem filmleri konusunda çok başarılı bir yönetmen ve iyi bir öykü anlatıcısı. Filmin şiirsel anlatımı ve güçlü görselliğinin yanı sıra, başrol oyuncuları da bu sıra dışı çiftin masumiyetini mükemmel biçimde izleyiciye yansıtıyorlar.

Precious/ Acı Bir Hayat Öyküsü

Yön: Lee Daniels
Oyn: Gabourey Sidibe, Mo’Nique, Paula Patton, Mariah Carey, Lenny Kravitz

Sapphire’in Push isimli romanından Geoffrey S. Fletcher tarafından senaryolaştırılan film aile içi şiddet, cinsel taciz, tolumdan dışlanmışlık ve yoksullukla mücadele eden 16 yaşındaki bir kızın öyküsünü anlatıyor. Gençkız tüm olumsuzluklara rağmen hayallerine ve eğitimine tutunarak ayakta kalmaya çalışıyor ve her koşulda hayata umutla bakabilmek konusunda izleyiciye büyük bir ders veriyor.

“Her şey evrenin bir armağanıdır” sözleriyle başlayan filmde, önce çirkin ve şişman bir kızın sorunlarıyla uğraştığımızı düşünürken, hemen ardından bu durumun göçmenlik/ azınlık olmak/ yoksulluk gibi toplumsal gerçekler boyutuna taşındığını görüyor ve en sonunda da kadın olmak/ kadın olmanın kaderi (cinsel obje olarak görülmek, taciz vs) gibi evrensel bir zemine oturtulduğunu fark ediyoruz. Bu anlamda, filmin, bireyin varoluşunda çok katmanlı bir irdelemeye gittiğini söylemek de mümkün. Ancak kapanıştaki “Her yerdeki değerli kızlar için” ithafı, odağı kadın sorunu üzerinde netleştiriyor.

Hayatta “değersiz” hissetmek için her türlü olumsuzlukla karşılaşan bir gençkızın, kendi değerini keşfetme öyküsünü anlatan film, aralardaki “En uzun yolculuk bile küçük bir adımla başlar” benzeri yönlendirmelere rağmen didaktik ve Amerikanvari kalma tuzağına düşmüyor. Filmin bir başka marifeti de, bu denli ağır bir konuyu asla trajediye ya da duygu sömürüsüne başvurmadan anlatmayı başarması. Lee Daniels’ın 2005 tarihli ilk çalışması Shadowboxer’ın ardından ikinci yönetmenlik deneyimi olan Precious, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi yardımcı kadın oyuncu (anne rolüyle Mo’Nique) dallarında Oscar ödülüne değer bulundu.

Ay Lav Yu


Senaryo – Yön: Sermiyan Midyat
Oyn: Sermiyan Midyat, Kathie Gill, Steve Guttenberg, Mariel Hemingway

Güneydoğu’da, resmi harita üzerinde yer almayan ve kelime olarak “yok” anlamına gelen Tinne köyünde geçen film, halkını kalkındırabilmek için devletten yardım almaya çalışan bir muhtarın öyküsünü anlatıyor. Muhtarın en büyük hayali, köyün varlığının resmiyet kazanması ve bir kimliğe sahip olması. Oğlunu da sırf bu uğurda okuyup büyüsün, Tinne’yi var etsin diye bir cami avlusu yerine fakülte avlusuna bırakıyor. Ve bir papaz tarafından yetiştirilen oğul, 30 yaşına gelip askerliğini yaptıktan sonra köye geri dönüyor, hem de yanında Amerikalı aşkıyla…

Hollywood’un tanınmış oyuncularından Steve Guttenberg ve Mariel Hemingway’in de rol aldığı film, el aldığı siyasi ve toplumsal sorunları trajikomik bir dille anlatıyor. Ay Lav Yu, aslen oyuncu olarak tanıdığımız, filme çekilmiş senaryoları ve sahneye koyduğu oyunlar da bulunan Sermiyan Midyat’ın ilk sinema yönetmenliği deneyimi.

Yüreğine Sor

Senaryo – Yön: Yusuf Kurçenli
Oyn: Tuba Büyüküstün, Kenan Ece, Hakan Eratik, Aliye Esra Salebci

Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe (1983), Gramofon Avrat (1987), Karartma Geceleri (1990), Çözülmeler (1994) gibi filmleri ve Baba Evi (1999), Gurbet Kuşları (2008) gibi televizyon dizileriyle tanıdığımız Yusuf Kurçenli, bu kez imkansız bir aşkın öyküsünü anlatıyor izleyiciye. Birbirini seven iki gencin kavuşmasına engel, aralarındaki din ayrılığı… Delikanlının gizli bir Hristiyan olduğunu, sevdiği kız bile bilmemektedir. Osmanlı, yaptığı yasal düzenlemelerle Hıristiyan tebaayı Müslümanlarla eşit duruma getirmiştir. Ancak şimdi kilise, gizli Hıristiyanların dinlerini açıklamalarını istemektedir. Genç adam, kilise ile aşkı arasında bir seçim yapmak zorundadır artık…

Anadolu’nun Kayıp Şarkıları

Yön: Nezih Ünen
Oyn: Cemile Yıldırım, Çetin İçten, Osman Turan, Osman Efendioğlu

Müzisyen kimliğiyle tanıdığımız Nezih Ünen, Anadolu halkının kendi topraklarında ve provasız kaydedilmiş otantik performanslardan oluşan bir film sunuyor izleyiciye. Anadolu kültürü ve coğrafyasının izini süren müzikal belgesel türündeki film, 10 bin yılı aşan bir geçmişten kalma egzotik mekânlarda dolaşıyor ve kamerayı bu toprağın insanlarına çeviriyor. Antik kültürleri, imparatorlukları, mitolojileri ve yaşanmış görkemiyle Anadolu’da müzikal bir yolculuk…

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et