BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Senin filmlerini ikiye ayırıyorum ben. Temmuzda, senaryosunu yazdığın Kebap Connection gibi neşeli olanlar; Yaşamın Kıyısında, Duvara Karşı, Kısa ve Acısız gibi hüzünlü olanlar… Gizlediği hüzünlere rağmen Soul Kitchen da neşeli filmlerinden… Hayatın hüznünü ve neşesini bu kadar eşit mi yaşıyorsun gerçekten de, filmler böyle çıkıyor.

Ege Görgün

Fatih Akın’a mektup, Fatih Akın’dan cevap…

Senin filmlerini ikiye ayırıyorum ben. Temmuzda, senaryosunu yazdığın Kebap Connection gibi neşeli olanlar; Yaşamın Kıyısında, Duvara Karşı, Kısa ve Acısız gibi hüzünlü olanlar… Gizlediği hüzünlere rağmen Soul Kitchen da neşeli filmlerinden… Hayatın hüznünü ve neşesini bu kadar eşit mi yaşıyorsun gerçekten de, filmler böyle çıkıyor.

Sevgili Fatih,

Seninle tanışmıyoruz ama bugüne kadar söylediklerinden, hakkında duyduklarımdan ve filmlerinden çıkardığım hissiyat, Fatih bey diye hitap etmemdense, böylesini tercih edeceğin. Tabi karşılığında sen de bana ismimle hitap edebilir ya da tercihine göre bro, birader, dude, man gibisinden daha slang bir hitap seçebilirsin. Buraya kadar anlaştık mı?

Haklısın. Bana istediğin gibi hitap edebilirsin. Tabii ki bu aynı hakkı bana da verir.

Mail ile yapılan söyleşilerin iyi ve kötü tarafları vardır. Benim adıma kötü taraflarından biri karşındakinle tanışamamaktır. (Hele ki röportaj kişisi senin gibi, röportajcının – bu durumda ben oluyorum – mutlaka tanışmak isteyeceği, – hadi samimi olduk artık söyleyeyim – oturup birlikte kafaları çekmek isteyeceği biriyse.)

Yine benim adıma başka bir kötü taraf, röportaj kişisinin verdiği cevaptan yeni ve daha güzel bir soru çıkartamamaktır. Röportaja soru hazırlamadan giden, sohbetin gidişatına göre pozisyon alan benim gibi bir röportajcı için şu durumun ne kadar zor bir durum bu tahmin edersin. (Bu durumu senin mesleğine uyarlarsak şöyle bir şey çıkıyo bak: Fatih, bir film çekmeni istiyorum ama oyuncular ve ekip burada olmadığı için maille halledeceksin!)

Aslına bakarsan benim için de bir zorluğu var durumun.. Günlerdir filmle ilgili açıklamalar yapıyorum ve yorgunum. Daha dün Wilhelsburg’ta Yoksul çocuklar yararına bir organizasyon düzenledik. Yorgunuz, ama sanırım değdi.

Mail röportajının iyi tarafları ise şunlardır: 1. Oturup kaset çözmekle uğraşmazsın (artık MP3 tabi ama, MP3 de çözmek diye bir şey yok ki Türkçe’de. Hoş, mühim değil, senin de güzel Türkçemiz konusunda takıntılı olduğunu sanmıyorum.) 2. Sorularının yanıtını ayrıntılı ve uzun bir şekilde alırsın röportaj kişisine düşünecek zaman verdiğin için. Tabi düşünerek verilmiş yanıtlarda manşete ya da başlığa çıkarılacak cümleler pek olmaz. Senin için iyi, benim için kötü.

Valla buna birşey yapamam. Ben de çok sevmiyorum bu durumu. Ama zaman yetmiyor artık hiçbir şeye. Eğer bana bugünlerde en çok ne istediğimi sorsaydın, hiç düşünmeden “zaman” derdim.

Eskiden mektup yazarlarmış mail yerine, artık kaç kişi kalmıştır acaba 40 yaşın altında mektup yazan. Sen hiç mektup yazdın mı Fatih? Bir aşk mektubu mesela…

Kime ve ne zaman olduğunu sormayacaksan, söyleyeyim; yazdım.

Dediğim gibi her şey internet üstünden artık. Hatta sevişmeler bile… Senin filminde, Soul Kitchen’da bile var hani? Hadi onlar mecburiyetten internet sevişmesi yapıyorlar (aslında yapamıyorlar!) ama bu işi hobi holine getirmiş olanlar da var. İnternetten sevişemeseler, sevişmelerini kaydedip, internette yayınlıyorlar… Ki bu da filmde var! Gerçek sevişmeler artık yetmiyor bize galiba. Bu noktada cesaretim olsa sana hiç filmdeki gibi internet sevişmesi yaptın mı diye sorardım ama… Sormayacağım. Çünkü “evet” dersen, boyalı basının yayyam magazincileri mal bulmuş mağribi gibi atlayacaklar üstüne. Koca röportajı unutup, o cümlenin üstüne gidecekler. Oysa ben internet teknolojisiyle iyice çığrından çıkan bu asosyalleşmenin altyapısını, sendeki yansımalarını konuşmak istiyorum seninle. Sen anlat istersen yine de…

O soruyu sormadığın için teşekkür ederim. Zinos’un internet sevişmesi bir fantazi yaşamak arzusundan değil, aradaki mesafeden kaynaklanıyor. Sevgilisini özlemiş ve yapacağı başka bir şey yok. İnternet aslında içinde sosyalleşmeyi barındıran bir asosyalliği beraberinde getiriyor. Belki başlangıçtaki internet üzerine kehanetler, asosyalleştirmesi anlamında bir ölçüde doğru çıkmış olabilir ancak yine internetin getirdiği bir sosyalleşme de var. Belki sosyalleşmenin tanımını değiştirdi. Ama insanların dünyaya internet üzerinden ulaştıklarını, internet üzerinden yeni ilişkiler kurduklarını düşünürsek, daha iyi kavrarız durumu. İnternet sevişmelerinin bir nedeninin de, gizliliğin verdiği rahatlık olduğunu düşünüyorum. Birbirini tanımayan insanlar, olaydan sonra birbirini bir daha hiç görmeyecekleri düşüncesiyle bir bilgisayar ekranı arkasında kendilerinin izin verdiği ölçüde anlık birşey yaşıyorlar. Sorgulanma, yargılanma dertleri yok.

Senin filmlerini ikiye ayırıyorum ben. Temmuzda, senaryosunu yazdığın Kebap Connection gibi neşeli olanlar; Yaşamın Kıyısında, Duvara Karşı, Kısa ve Acısız gibi hüzünlü olanlar… Gizlediği hüzünlere rağmen Soul Kitchen da neşeli filmlerinden… Hayatın hüznünü ve neşesini bu kadar eşit mi yaşıyorsun gerçekten de, filmler böyle çıkıyor. Röportajlarında bazen kızdığın bir konu gündeme geldiğinde nasıl öfkelendiğini görüyorum. Duvara Karşı’da Cahit’in öfkesine benzer bir öfke. Memleketini çöplüğe çevirenlere veryansın ediyorsun. Sonra her şeyin güllük gülistanlık bittiği filmlerine bakıyorum. Çelişiyor sanki. Shayn gibi (Soul Kitchen karakterlerinden biri) “Dünyayı değiştirmeye çalışan bir Don Kişot” olmaktan sıkılıyor musun bazen. Hayata karşı bazen karamsarsın, bazen iyimsersin filmlerin aracılığıyla konuşurken. Çelişiyor musun gerçekten kendinle? Yoksa bu da iki kültür arasında sıkışmış olmanın bir sonucu mu?

Ben hayatı yakalamaya çalışıyorum. Yaşamın Kıyısında’dan sonra, “ne oluyor, hayat trajedilerden mi ibaret” diye sorduğumu hatırlıyorum kendime. Trajedi de, komedi de hayatın tam göbeğinde. Bir de tek bir türe bağlı kalmak istemiyorum. Becerebildiğim ölçüde bütün türleri denemek istiyorum. Dünyayı değiştirmek ve Don Kişot olmak, aslında birlikte kullanıldığında trajikomik bir çelişki içeriyor. Dünyayı anlamaya çalışıyorum. Tabii ki kendime göre haksızlıklarla karşılaştığımda öfkeleniyorum. Akdeniz’lilik damarlarımda var. Ama öte yandan kavgamı başka bir boyutta vermem gerektiğinin farkındayım. Bu iki kültür arasında sıkışmış olmakla değil, iki kültürün verdiği zenginlikle açıklanabilir.

Soul Kitchen’da Yunanlı iki kardeş var. Lokanta işleten iyi kardeş, hırsızlıktan içeride yatan kötü kardeş. (Bak karşıtlık yine çıktı karşımıza.) Şimdi hatırladım. Solino’da da iki kardeş yok muydu. Onlar İtalyandı ve bir pizzacı açıyorlardı. Solino çok da beğenilmemişti eleştirmenler tarafından yanlış hatırlamıyorsam. Acaba Soul Kitchen, senin de onlarla aynı fikirde olduğun anlamına mı geliyor. Benzer bir konuyu bu kez kendi senaryonla çok daha iyi çekme isteği…

Evet, konular ilk etapta benzer gibi. Ama söylediğin gerekçeyle filmi yapmış olsaydım bu zaman kaybetmek olurdu. Geçmişte anlattıklarımla debelenmiyorum. Dünyada anlatmak istediğim o kadar çok öykü var ki.. Solino bir göç hikayesiydi. Oysa Soul Kitchen bir ev hikayesi. Hamburg’u evi olarak gören insanların hikayesi. Böyle bakıldığında olsa olsa birbirinin devamı gibi algılanabilir.

Kardeşlerin Yunanlı olmasının rastlantı olduğunu sanmıyorum. Almanyalı Türklerin en çok Yunanlılarla anlaştığını duymuştum Almancı arkadaşlarımdan. Gerçekten öyle mi? Öyleyse senin hayatından başka izler de taşıyor olmalı bu film? Senin de mutfakta becerikli olman, bir lokanta açma hayalin, ya da Djlik… Karakterlerine belki de kendi hayallerini gerçekleştirtiyorsun?

Farklı kültürler ama birbirine çok yakın. Yunanlı arkadaşlarım var. Benim hayatımdan izler taşımaktan çok, benim hakim olduğum, bildiğim meseleler üzerinden gidiyor film. Evet, yemek yapmayı severim, evet, DJ’lik yapıyorum. Ama karakterlerim kendi hayalleri peşinden gidiyor.. Böyle olmasa karakter olamazlardı ve hepsi birbirine benzerdi.

Almancı arkadaşlarımı hatırladım şimdi. Sen de BMX’inle numaralar çeker miydin küçükken. Futbol oynadın mı sen de? Yoksa daha çok eve kapanıp müzik dinliyor, video mu seyrediyordun 80’lerde, tıpkı benim yaptığım gibi. Bizim videomuz da Almanya’dan gelmişti biliyor musun? Demek 80’lerde sen benden epey ilerideydin. Renkli TV’yi benden çok önce gördün.

Evet, ben 80’lerde film izlerdim. Daha çok ağabeyimin seçimleri olurdu bunlar ama en büyük zevkimiz video kiralama dükkanından alınmış filmlerdi. Tabii ki futbol da oynadım. Boks bile yaptım 15 yaşlarımdayken. İlk plağım Prince’ın bir albümüydü. Prince, hala vazgeçemediğim bir müzisyen.

Ne Türk, ne Alman, Dünya yönetmeni olmak istiyorum demiştin. İyi de etmiştin. Olabildiğini düşünüyor musun artık peki? Belki de bitmeyecek bir süreç bu? Türkiye’den Dünya yönetmeni ne zaman çıkacak peki Fatih? Bir Türk’ün Dünya yönetmeni olması için ille de Avrupa’da yaşaması gerekiyor? Avrupa’da film çekmesi..?

Haklısın, bu bitmeyecek bir süreç. Aslına bakarsan yönetmenlik, anlatmak bitmeyecek bir süreç. Dünya yönetmeni olmanın avantajı, yapmak istediklerine biraz daha kolay ulaşabilmek. Yaşadığımız coğrafya değil de, dünyayı nasıl algıladığımız ve yorumladığımız önemli dünya yönetmeni olmak için. Kendimize haksızlık etmeyelim. Dünya yönetmeni olma yolunda ilerleyen birçok yönetmen var Türkiye’de.. Bu bir süreç meselesidir. En zoru, patikanın oluşturulmasıdır. Sonrasında o yolu genişletmek, ve otoban yapmak nispeten daha kolaydır.

Böyle deyince şimdi de aklıma Avrupa’da çekilmiş bir Türk film geldi: Berlin Berlin. Sen 20 yaşındaydın o film çekildiğinde, belki de seyrettiğinde de… neler hissettirmişti sana Berlin Berlin? Almanya’daki Türkiye’yi iyi resmetmiş miydi o film. Duvara Karşı için sana hiç ilham verdi mi o film?

Ben o ilişkilerin tam göbeğinde yaşıyorum. Belki benim ailemde değil ama etrafımdaki Türkler arasında Duvara Karşı benzeri hikayeler hep vardı. İlham içinde yaşadığım toplumdan geldi.

Benim gözümde daha çok Avrupalı’sın Fatih? Bizi biz yapan kimi değerler mutlaka var genlerinde ama bizi biz yapan kimi yanlışlarımızdan olabildiğince sıyrılmış gibisin. Dünya vatandaşı olmaya doğru hızla gidiyorsun. Gidiyor musun? Ama sonra birden İsviçre’ye gitmem diyorsun. Bir toplumun inançlarını yaşama şeklinin kısıtlanmasını protesto ediyorsun haklı olarak. Ama bir Avrupalı olarak, diğer tarafı da anlayabiliyor musun? Anlamaya çaba gösteriyor musun? En azından Türkiyeli bir Türk’e nazaran…

Dünya vatandaşlığı anlamsız yasakları protesto etmemeyi gerektirmiyor. Karşı tarafı olabildiğince anlamaya çalışıyorum çünki ben kendim, hayata bakış, hayatı algılama anlamında çoğunlukla “karşı taraf”tayım.

Filminde en Türk olan neydi biliyor musun? Biliyorsun, tabi… Hani Zinos’u kırık çıkıkçıya götürüyor ya fizyoterapist. Allah Aşkına, nasıl cesaret ettin koca tıp dünyasını karşına almayı? Bence protestolara şimdiden hazırlan. Fizyoterapist götürdüğü için olumladığını söyleyecekler bu yöntemi. Gerçekten. Faydasına inanıyor musun kırık çıkıkçıların.

Modern tıbbı karşıma almayı hiç düşünmedim çünkü bu bir film. Ama bazen alternatiflere de kapalı olmamak gerekiyor. Ayrıca Uğur Yücel çok güzel oynadı bu rolü.

Yoksa yalnızca Uğur Yücel’e mi inancın? Yönetmenler misafir oyuncuları genelde hayran oldukları oyunculardan seçerler. Uğur Yücel’e nasıl götürdün bu teklifi merak ediyorum. Kırık çıkıkçıyı oynayacaksın, iki dakika görüneceksin demek kolay mı koca aktöre?

Uğur’la tanışmamız çok eskiye dayanıyor. O benim için sadece iki dakikalık rolde oynayan biri değil, senaryo ve film hakkında görüşlerini aldığım, sinema sohbetlerinden keyif duyduğum bir arkadaş.

Sevgili Fatih, görüyor musun ne kadar zorlanıyorum. Seninle ilk röportajımın mail ile olacağını söyleseler, olmaz öyle şey derdim. Ama zora gelince her şey oluyormuş. Bir dahakine karşılıklı konuşuruz inşallah…

Filme dönelim tekrar. Moritz Bleibtreu ile yeniden çalışmışsın. (Ama çalıştığın tek Bleibtreu o olmamış bu sefer, yanlış görmediysem jenerikte.) Moritz Bleibtreu bir Hollywood yapıp geldi, senin var mı böyle niyetin, yoksa stüdyo sistemi mi ürkütüyor mu seni? Almanya’da film çekmek, Amerika’da çekmekten kolay mı?

Hollywood şimdilik bana çok uzak ( hem mesafe anlamında, hem orada çalışmak anlamında ). Özgürce kendi filmlerimi yapma rahatlığı varken oralara gitmeyi düşünmüyorum. Ama hiçbirşey konusunda tutucu değilim. Belki bir gün..

Orada film çeken biri var, onu da tanırsın Tarantino. O filmlere başlamadan önce müzikleri seçermiş, nerde hangi müziği kullanacağını en başından bilirmiş. Sen de mi öyle yapıyor muşsun diye okudum bir yerlerde. O zaman senin de ciddi bir müzik arşivin olsa gerek Fatih? Bize arşivini anlatır mısın. Nasıl muhafaza ediyorsun onları. Neye göre diziyorsun? Ne kadar plak, CD alıyorsun? Plak kolleksiyoncusu musun? Öyleyse seni Kadıköy’de bir plakçıya götürmeliyim. Düşün ki Faith No More konser vermeye geldiğinde İstanbul’a, onlar bile uğradılar plak aldılar ordan. Bir plağa en fazla kaç lira vermiştin?

Genellikle senaryo yazım aşamasında müzikleri de belirliyorum. Sonraya çok az iş kalıyor. Bazen bir sahne, müziğini kendisi getiriyor. Bazen müzik, sahneyi çağırıyor. Her tür müziği dinlerim. Bir yere gittiğimde müzik ve film dükkanları en çok uğradığım yerlerdir. Tipik koleksiyoncu mantığında değilim. Bir plağa en çok kaç para verdiğimi hatırlamıyorum ama bir seferde onlarca CD aldığımı söyleyebilirim. Benim mekanlarım daha çok Beyoğlu bölgesinde. Kadıköy’ü yeni yeni tanımaya başladım. Umarım gideriz.

Benim için iyi bir yönetmen iyi bir hikaye anlatıcısıdır Fatih. Ama hikaye anlatmasını beceremeyen bir sürü yönetmenin yanı sıra, hikayesi olmayan yönetmenler var bir sürü. Sen çok iyi bir hikaye anlatıcısısın. Keşke gençlere film çekmenin değil ama hikaye anlatmanın sırlarını söylesen buradan. Hikayeci olmadan, sinemacı olunamayacağını söylesen. Senin de karşına çıkıyordur mutlaka. Herkes sevdiğin filmleri sormuştur ama ben sevmediğin filmleri sormak istiyorum. İsim vermek istemezsen anlarım ama o zaman sevmeyeceğin bir film nasıl olur diye sorarım ki çok daha zor bir soru bu.

Bunun bir sırrı yok. Yaşamın içinde olmak, sır aramaktan daha önemli sanırım. Film hayatı taklit ediyorsa doğru oluyor benim gördüğüm. Sevmediğim filmlerin de bir ölçüsü bir standardı yok.

Sen şimdi İsviçre’ye gitmiyorsun ya Fatih. U2’da Türkiye’ye gelmiyordu yıllardır. Sonunda inatları kırıldı ama, gelecekler 2010’da. Belki sen de gelirsin konsere. Ya da daha önce izlemişsindir. Konserlere gider misin gerçekten? Unutamayacağın konserler deyince kimlerin konserleri geliyor aklına…

Manu’nun konserini çok sevmiştim.

Ben artık tükendim Fatih. Nasıl ki röportajlarımı soru hazırlamadan yapıyorum, bu mektubu da öyle spontane yazmaya çalıştım. Aklıma gelen her şeyi yazdım. Umarım fazladan zamanını aldım diye bana küfretmiyorsundur. Yorduysam, iki bira alacağın olsun Türkiye’ye geldiğinde. Plakçıdan sonra, Kadıköy’de.

Tam zamanında. Ben de yorulmuştum artık. Kadıköy için umarım zaman bulabiliriz.

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et