!F 12. Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali 18 Şubat’ta Reha Erdem‘in yeni filmi Jin‘in Türkiye prömiyerine ev sahipliği yaptı. Yakın zamanda vizyona girecek bu filmin yerine bahsetmek istediğimiz yapımsa Parada. Festivalin “Gökkuşağı Filmleri” başlığı altında sunduğu altı işten biri olan yapım Balkanlar’dan geliyor.
Serkan Çellik
2001 senesinde Belgrad’da Onur Yürüyüşü düzenlemek isteyen bir grup eşcinsel ve destekçinin giriştikleri bu imkansız çaba eğlenceli bir öyküye yedirilmiş. Savaş kahramanı Limun judo salonu işletmekte ve özel güvenlik olarak çalışmaktadır. Sevgilisi Biserka düğün organizasyonu için eşcinsel tiyatro yönetmeni Mirko’nun kapısını çalarken, kendisi de tatsız bir olay sonucu Mirko’nun partneri Radmilo ile tanışır. Son derece maço ve homofobik Limun, Biserka’ya istediğini düğünü verebilmek için eşcinsellerin arzusunu yerine getirmek zorundadır: Onur Yürüyüşü sırasında onları yüzlerce holigana karşı koruması gerekmektedir.
Parada önyargılar üzerine zihin cimnastiği yaptırırken güldüren, eğlendiren hafif bir film ama basit anlamında değil. İstemeden yolları kesişen karakterleri arasındaki uyumsuzluktan çıkan enerji perdeden seyirciye geçiyor. Özellikle Limun’un karakterinde yaşanan dönüşüm-gelişim çok başarılı ve inandırıcı. Güldürsün, biraz da mesaj versin diye çalakalem yazılmış bir senaryo değil karşımızdaki. İlgiyi, izlenmeyi hak eden, önyargılı insanlara belki de mecbur tutulması gereken zevkli bir ders niteliğinde.
19 Şubat programından öne çıkan üç filmden ilki Peter Strickland imzalı Berberian Sound Studio idi. İngiliz ses mühendisi Gilderoy’un (Toby Jones) bir filmin post-prodüksiyonu için gittiği İtalya’da yaşadıklarını anlatan film sinemada sesin büyüsünü vurguluyor. Tamamı söz konusu dört duvarın arasında geçen yapım sinemaseverlere hemen her filmde duydukları ses efektlerinin nasıl oluşturulduğuyla ilgili fikir vermesi açısından ilginç. Ses bandı hazırlanan film içindeki korku filmi The Equestrian Vortex‘in hiçbir sahnesini görmememize rağmen sadece seslerle ürkmemiz düşündürücü. Filmin kendisinin de oldukça başarılı bir ses bandı var ve sinemada işitilmeyi hak ediyor. Bunun dışında konusu amacını taşıyamayan, deneysel bir çabadan fazlası değil. Ayrıca İngiliz erkekleriyle İtalyan erkeklerini kıyaslayan alt metin lüzumsuz.
Çoğu filmde salonun en az dörtte biri boşken, festivalin altıncı günü tekrarlanan Holy Motors gösterimi yine kapalı gişeydi. Programın en iyisi diye lanse edilen Leos Carax filminin seyri keyifli ancak haddinden fazla övülmüş bir iş olduğunu düşünüyorum. Filmin başında, sabah ailesiyle vedalaştıktan sonra limuzinine binip malikanesini terk eden orta yaşlı bir adamın kadın kılığına girerek meydanlarda dilenmesi seyirciyi hemen kavrıyor. Adamın gün bitmeden yaptığı diğer şeyler de birbirinden ilginç üstelik. Ancak ilk yarıdan sonra gördüklerinize anlam vermeye başladığınızda, yapım sırrını döktüğünde cazibesini kaybediyor. Evet, Carax sinemanın ne menem birşey olduğunu güzel özetlemiş ve Denis Lavant muhteşem ama Holy Motors ne yılın, ne de festivalin en iyisi.
Bu yıl festival mekanları arasında yer almayan Atlas Sineması ise aynı akşam özel bir davete ev sahipliği yaptı. Benim Çocuğum isimli belgesel gerçekleştirilen kokteylin ardından yönetmeni Can Candan’ın sunumuyla ilk kez izleyiciyle buluştu. Filmin ardından ekip ve LİSTAG (LGBTT Aileleri İstanbul Grubu) soruları yanıtladı. LGBTT bireylerin aileleriyle yapılan söyleşilerden oluşan bu çarpıcı belgeselin önümüzdeki günlerde dört gösterimi daha yapılacak. Kaçırmamanızı tavsiye ederiz.