Baker Sokağı 22 numara, çoğu polisiye okurunun kendi adresinden önce ve gururla ezberlediği ilk adres olsa gerek. Elbette yalnızca bir mesken ya da işyeri olarak değil, akıl çağının çekirdeği şeklinde kurgulanmış bir mekân Baker Sokağı 22 numara, bir laboratuar. Bilinemez olana karşı derin merakı ve yarışılamaz gözlem yeteneği sayesinde, yaşadığı çağın özetine dönüşüvermiştir Sherlock Holmes. Bu engel tanımaz dedektif bize şunu demektedir: aklın ve mantığın ezip geçemeyeceği soru/sorun/inanç yoktur. Holmes budur, yirminci yüzyılın başına yakışmaktadır.
Bir süper kahraman değil. Hatta belki süper kahraman mevhumuna rakip olduğu bile öne sürülebilir. Yine de özellikle batı sanatında süper kahramanlar kadar yoğun ve yeniden üretildiğini görüyoruz. Çok önemli bir kültürel imge olduğuna şüphe yok. Çok sayıda kitap, filmler ve televizyon dizileriyle asrın tamamında gündemimizde ve yanı başımızda.
Bilmiyorum, bilemiyorum…
Mitch Cullin’in yazdığı Hafif Bir Akıl Tutulması, en çok Holmes’e güncel bakışı sergilemesi nedeniyle ilgimi çekti. Kitapta Holmes yaşlı, yalnız, yorgun ve şehir hayatının uzağında resmediliyor. Alâmetifarikası olan analitik yeteneğinden eser yok. Büyük ölçüde yitirdiği yürüme yeteneği, beraberinde kibrini de alıp götürmüş. Yavaş, hareketten ziyade çakılı kalmaya meyilli. Şaşaalı çözümlemelerden ve gösterişlicümlelerden eser yok. Holmes devrini tamamlamış. Peki, öyle mi?
Hikaye Amerika’nın Hiroşima’da tüm insanlığın tepesine bıraktığı atom bombasından kısa bir süre sonra Holmes’ün Japonya’yı ziyaretiyle başlıyor. Dedektif yaşlanmıştır ama yaşattığı onca korku ve dehşete, zihinlerden silinmesi olanaksız kâbusa rağmen Hiroşima’da otlar yeniden yeşermekte, ağaçlar yeniden yapraklanmaktadır. Holmes iki elinde iki baston Japonya’da bal arılarının izini sürmektedir. Bir yandan da yeni ikametindeki genç yardımcısı ile Dr. Watson’ın yazmadığı hikâyelerini anımsamaya çalışmaktadır. Bir Sherlock hikâyesinde olmazsa olmaz paralel iki gizemli hikâye çok iyi bir kurguyla anlatılıyor. Hafif Bir Akıl Tutulması, karakterine ve onun temsil ettiği değerlere yaklaşımı tartışmalı olsa da çok iyi yazılmış bir roman. Edebi değeri ve Holmes hikâyelerine olan katkıları takdire şayan.
Kitaptaki Holmes’ü tanıtmak içinse şu kısmı okumak yeterli olur sanıyorum:
“Holmes defteri kapatırken kendisini çok bitkin hissediyordu. Dünyada yanlış bir şeyler oluyordu. Ondan habersiz, bir takım köklü değişimler…”
Yine, hemen peşinden, “O halde gerçek hangisi? Bu sonuca nasıl varıyorsunuz?” sorusuna, kafasını yastığına gömüp şöyle yanıt veriyor Holmes: “Bilmiyorum, bilemiyorum. En ufak bir fikrim bile yok…”
Daha önce Homes’ün ölüp dirildiği macerasına bile tanık olmuştuk. Akıl çağının Holmes’ü ölemiyor/öldürülemiyordu. Bugünün dedektifi bilmiyor/bilemiyor.
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak
Dedektifin gözlem gücü ve buna duyduğu müthiş güven Hafif Bir Akıl Tutulması’nda manzaranın keyini çıkarmaya dönüşmüş durumda. Holmes bu sefer maziyi anımsamak ya da gün batımının hazzı için bakıyor semaya. Genç Holmes gün batımına bakıp Samanyolu’nun gizemlerini nasıl çözebileceğini düşünürdü muhtemelen, ihtiyar Holmes gün batımında biraz keder biraz romantizm görüyor. Samanyolu’nu da başkası düşünsün!
Eh, nihayet Holmes bir insan ve yaşlanması bizi şaşırtmamalı. Fakat şu da unutulmamalı, Holmes’ü bu kadar uzun bir süre gündemimizde tutan ve onu edebiyatın/tarihin zindanlarında yitip gitmekten alıkoyan şey, yüzyıl kavgasının bitmemiş olmasıdır. İnsanlık hurafelerle, kör inançla, bağnazlıkla mücadelesini mutlak bir galibiyetle sona erdirmiş değil. Bize, tüm karanlığa meydan okuyan, uçmayan, pelerinsiz bir kahraman gerek. Holmes, en doğal yetenekleriyle insanın kahramanlaşmasıdır. Bu nedenle Mitch Cullin’in denemesini bir fantezi olarak alıyorum. Holmes yaşlanabilir ama ağlayarak semaya bakamaz: daha gün o gün değil!