Birileri aynaya baktıktan sonra susup da oturacağına, benim yemem içmemden, sonra da bi güzel yazmamdan rahatsız olmuş: “Kısa kes Numan Efendi” mealinde ünleyerek rahatsızlığını belirtmiş.Yalnız o zavallıcık bilmiyor ki ben bu sözde uyarıyı, bir kebapçı garsonunun dönerci ustasına hitaben ettiği: “Kes bir yağlı olsun!” türünden, bir buçuk porsiyon döner siparişi olarak algıladım ve Eskişehir’deki ikinci günümün öğle yemeğinden sonrası höpürdettiğim törkiş kahvenin ardından gelecek akşam yemeğinin hayalini böylece kurmaya başladım.Şaka bi yana, bitmeyen bu yazı dizisiyle ‘Tarihi Eskişehir Seferim’ gerçekten de ‘tarihi’ oluyor galiba..
Numan Serteli
Şaka -yeniden- bi yana, aslında o gün öğleden sonra idrak ettiklerim, bu üç gün içinde yaşadığım en sanatsal ve kültürel aktivite oldu ki, sindirim sistemini bir anda ikinci plana atan bu alışılmadık beyinsel faaliyet, sonuçta özümü baya bi yordu.. Bu nedenle de maalesef bu aktifliği bir süre sonra yarıda keserek, soluğu, otel odamın geniş ve yumuşak yatağında ‘pasivize’ olarak aldım.. Saygıdeğer dost ve müşterilerime arz ederim..
Sadece yemek sırasında bizi rahat bırakan rehberimiz, vakit geldiğinde: “Yürüyün, cam müzesine gidiyoruz” diyerek bizi toparlamış ve yine Odunpazarı Evleri’nin olduğu yerdeki Eskişehir Çağdaş Cam Sanatları Müzesi’ne itelemiş ve bize anlatacaklarıyla burada yardımcı olacak bir sayın ağbimize (Müze müdürü olma ihtimali büyük) teslim etmişti..
Halen hazırlık dönemini ve objeleri ışıklandırma mevzusunu bitirememiş bu yeni müze, aynı zamanda Türkiye’nin ilk cam sanatları müzesi oluyormuş.. Tabii ki Yılmaz Hoca’nın bizzat girişimiyle hayata geçirildiğini söylemeyi bile gereksiz buluyorum..
Üç galeriden ibaret müzede yerli-yabancı cam işi sanatçılarının gerçekten görülmeye değer, ilginç çalışmalarını, bazı sözleriyle hâzâ bir Atatürkçü olduğunu hissettiren, hatta her haliyle de Atamızın yaşadığı devr-i saadetten kopup da gelmiş hissi veren, ‘janti’ müdür beyin enteresan anlatımıyla bi güzel belledik..
Dediğim gibi, aşırı dozda aldığım bu sanatsal katkıyla ağırlaşan kafamı yastığa koyduktan sonra bir anda akşam oluvermiş ve midem de yeniden sinyal vermeye başlamıştı..
Akşam yemeği için döndüğüm Babüssaade’nin Lokantası’ndan pek de lezzetli anılarla çıkmadığımı ve masa halkının gayet iyi bulduğu, ancak, ezelden beri hoşlanmadığım için de yiyemediğim o pek içli köfteyi hatırlıyorum sadece..
İki gündür alamadığım uykuya doymak için, yemek sonrası yeniden otele dönüş ve sabaha kadar deliksiz bir uyku çekiş de o günün gecesinden aklımda kalan son anılardır..
Müjdeler Olsun: Üçüncü ve Son Gün
Bizim için üçüncü gün, resmiyetten uzak ‘serbest’ geçen bir gün olurken, gecesi de İstanbul’a dönüşü hatırlatıyordu..
Otelde tek başına yaptığım kahvaltıların sonuncusu bu kez -nedense- bilumum misafirlerden arınmış bir bahçede, mükellef bi şekilde icra edildi..
Kahvaltı sırasında ilk dikkatimi çeken ‘neşeli’ farklılık, yakındaki büyükçe bir havuzdan kulağıma taşınan kurbağa vıraklamaları olurken; en rahatsız edici olanı ise tepemden büyük bir gürültüyle geçmeye başlayan savaş uçaklarıydı..
Cumartesi ve Pazar günleri hiç duymadığım bu gerçekten sinir bozucu seslerin Pazartesi sabahından itibaren başlaması dikkatimi çekince, şehrin yerlisine sordum; lakin -sandığım gibi- bunun tatille ya da iş günüyle ilgisi olmadığını, böyle bir şey olmuşsa da eğer, tamamen tesadüf olduğunu öğrendim.. “Böyle bir şey olmuşsa eğer” lafı önemli, zira buranın yerlisi artık bu ‘uçaklı’ duruma alışmış, umursamıyor bile..
İkinci gün rehberimiz bu konuya da değindiğinden uçaklardan haberim vardı; ama, onun da alaycı bi şekilde söylediği gibi -bir yabancı olarak- müthiş bir gürültüyle geçen her uçağa bakmaktan -boynuma ağrılar girse bile- kendimi alamıyordum.. Oysa, Eskişehirliler havaya bakmaktan çoktaan vazgeçmişler.. Aferin onlara!
Kahvaltı sonrası, iki küçük çantadan oluşan valizimi hazırladım, resepsiyona bıraktım ve üniversitenin (Kör değneğini beller gibi bellediğim) Eczacılık Fakültesi durağındaki kapısından çıkıp, şehri bir uçtan diğer uca yaya hızında arşınlayan tramvaya bindim (Kaplumbağa demedim bak.. Ben de abartma yok).
Porsuk Çayı civarında dolaşmakta olan bazı arkadaşlarla buluşarak, çay ve tramvay hattı boyunca şehrin caddelerinde yürüdük.. İş günü olmasına rağmen oldukça kalabalık (Şimdi, işsizlik falan diyerek siyasete girmekten çark ediyor, ne de olsa ‘öğrenci kenti’ demek istiyorum) ve yakıcı güneşli Eskişehir sokaklarında kah dondurma yalayarak, kah vitrin bakarak dolaştık..
Sitemizin banisi Landlord hazretlerinin son buluşmamızda, dolma parmağını gözüme gözüme sallayarak: “Ey Serteli.. Eskişehir’e gider de Papağan adlı çiğ börekçiden börek yemeden dönersen eğer, bilesin ki hem bu dünyada, hem de öte tarafta buluşacağımız cehennemde iki elim yakanda olacaktır, unutma!” talimatı doğrultusunda hareket ederek, Eskişehir kazan, biz elimizde börek maşası dolaştık durduk..
Adres sorduğumuz nice esnafı hayattan bezdirerek, sonunda, en fazla bir porsiyon çibörek (Doğru söylenişi ve yazılışı aslında buymuş ki ben de aynen onaylıyorum) büyüklüğündeki dükkanı bularak, siparişimizi verdik..
Allah sizi inandırsın- elime aldığım her çibörek kütlesinden süzülerek, alttaki tabağa akan (Dikkat! Damlayan demiyorum) ve oracığı kısa sürede, adeta Büyükerşen‘in yarattığı bir yapay göle çeviren yağ şelalesini görünce, her yemeğin en yağlısını, her tatlının en şerbetlisine bayılan Landlord’un neden bu böreği övdüğünü hemen anlamakta gecikmedim.. (Bu denli de akıllıyımdır yani)
Böreklerden aldığım her ısırıkla gözümün önüne önce Landlord’un mütebessim suratı geliyor; sonra da bu suratın üzerine bindirilmiş görüntülerde, damarlarımdaki akışının her geçen saniye yavaşladığını hissettiğim kanımdaki ‘kolesterol ve trigliserid oran yarışının’ finiş noktasında zirveye tırmanan heyecanı -hüzün dolu gözlerle- izliyordum..
Neyse, bu yemek işi ve amatör gurmelik merakı hem artık canımı sıktı, hem de biraz midemi bulandırdı.. Bu konuya yazı dizimizin bu kısmında çiğ börekle son bir nokta koyuyor ve gelecek son yazıda, Eskişehir Seferim’in benim açımdan en mühim ve de en zihin açıcı gelişmesine değineceğimin haberini veriyorum.. Gayrı uğurlar ola..