Erkan Can ismi bir markaysa eğer, o markanın “yetenek” ile birlikte en öne çıkan özelliği “güvenirlilik” olsa gerek. İyi adam kadar kötü adam rollerine çıkan bir aktörün halkın gözünde böyle bir mertebeye ulaşması ilginç. (Ey, iyi oyunculuk, sen nelere kâdirsin.) Bu işin sırrını çözecek bir matematik ne yazık ki yok. Olsa da zaten bizim matematiğimiz zayıf. Onun için çözüme iyi bildiğimiz yöntemle gitmeye karar verdik, gösterimde olan Toprağın Çocukları filminin başrol oyuncusu Erkan Can’la. O anlatacak, ben dinleyeceğim…
Ege Görgün (Landlord)
Cafer Can başka bir zamanın adamıydı. Başka bir anlayışıyla eğitilmişti. Onunki yarışa, kariyere, paraya endeksli bir eğitim sisteminin yürürlülükte olduğu; pahalı arabaların, çok özellikli cep telefonlarının ya da paranın alabileceği diğer lüks tüketim maddelerinin hayalini kuran, çoğu hayat ve irfan cahili öğrenciler mezun eden sektörleşmiş bir okul gibi değildi.
Muzaffer olarak çıkılsa da, yeni kurulan Cumhuriyet’i yıkıntılar ve yoksunluklar içersinde bırakan Kurtuluş Şavaşı’nın ve genç Cumhuriyeti geleceğe taşıyacak inkılapların gerçekleştirilmesinin ardından, sıra en önemli işe gelmişti: eğitim. Yorgun, bitkin ama bereketli Anadolu’nun ne bir okulu vardı, ne de bir öğretmeni. Sıfır noktasında olmak, özünde birer aydın olan devlet adamlarını daha cesaretlendirmişti belki de, çünkü ortaya parlak, iddialı ve Türkiye’ye özel bir proje çıkmıştı: Köy Enstitüleri.
Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, eğitimbilimci İsmail Hakkı Tonguç ve Pedagoji Uzmanı Prof. Dr. Halil Fikret Kanad gibi isimlerin önderliğinde 1940 yılından itibaren hayata geçirilen projenin mantığı basitti. Köylerden seçilecek gelecek vadeden çocuklar bu okullarda öğretmen olmak üzere yetiştirilecek, sonra da yeniden bu köylere geri gönderileceklerdi. Köy Enstitüler’inde eğitim yalnız kitabi bilgilerden ibaret değildi. Öğrenciler tarımdan atölye işçiliğine, arıcılıktan besi hayvancılığına pek çok konuda uygulamalı olarak eğitiliyorlardı. Öğrenciler vatana millete hayırlı olacaklarının bilinciyle, bu bilgileri kendi insanlarına taşıyacak olmanın sorumluluğuyla şevkle öğreniyorlardı. Hepsi birer vatanperver, aydın, elinden her iş gelen, doğruluktan şaşmayan ve halkı üretime yönlendirmek için gereken her türlü bilgiyle donanmış eğitimci bireyler olarak mezun oluyorlardı.
İşte Cafer Can böyle bir rahle-i tedrisattan geçmişti. “Benim babam her şeyi bilirdi,” diyor Erkan Can. “Köy Enstitüsü mezunları hep öyleydi. Çevrelerine ışık saçarlardı. Ben onun yanında bildiğimi de unuturdum. Kitlenir kalırdım.”
Öğretmen babasının üstündeki etkisi büyük olmuş. O etki hala da yoğun biçimde sürüyor. “Babam izliyor hala beni,” diyor. “Yukarıdan.”
Köy Enstitüleri’nin önemine, değerine canıgönülden inanıyor Erkan Can. Toprağın Çocukları adlı yeni biten filminde Köy Enstitüsüleri’nin kapatılmaması için mücadele eden Kemal Öğretmeni canlandırması ne bir rastlantı, ne de yalnızca sanay adına ortaya konmuş bir performans. Siyasi sebeplerle, kuvvetle ihtimal Türkiye’nin önüne kesmek isteyen Batılı devletlerin devreye girmesiyle ve gariptir ki iktidarla muhalefetin fikir birliğiyle kapatılan Köy Enstitüleri’nin yeniden toplumun, devletin gündemine girme sürecini başlatmasına yönelik bir çaba, bir temenni, bir seleniş.
Pek yanlış yapmayan bir adamın oğlu olduğu için, yanlış yapmaktan, en çok da yanlış anlaşılmaktan korkan bir adam Erkan Can. Üstelik yanlış yaptığı zaman, özür dilemekten çekinmeyecek kadar da kibrini terbiye etmiş. Yanlıştan korkan, doğrununsa üstüne üstüne giden biri. Doğru bildiğini söyleyen. Bunun da bir miras olduğu ortaya çıkıyor sonra. “İnsanım, derdi babam. Elbette doğru bildiğimi söyleyeceğim. Ben de aynısını yapmazsam, mezardan kalkıp beni dövecekmiş, fırça atacakmış hissine kapılırım.”
Babasının ona verdiği bir dersi hiç unutmamış Erkan Can. Belki gıpgıcır bir saate mâl olduğu için belki, usta bir eğitimcinin unutulmamak üzere tasarladığı bir ders şekli olduğu için.
Yaz tatili bitmiş. Bursa, Yenişehir’in Lümbe köyünde geçirilen yazın ardından yeniden şehre, Mesken mahallesine dönülecek. Öyle büş da dönülmüyor köyden. Tarhana, bulgur çuvalları, turşu bidonları, kavunlar, karpuz… Önce traktörün römorkunda Yenişehir’e inilecek, oradan da Kamil Koç’un burunlu Mercesedes otobüsleriyle Bursa’ya.
Erkan daha ikokul beşe geçmemiş. Köyden ayrılacağı o günün sabahında babası onu yanına çağırıp eline bir çiğ yumurta vermiş. “Bak, Erkan. Bu yumurtayı eve kadar kırmadan taşırsan bir saat alacağım sana.”
Saat dediğin şey bugünkü gibi değil, o zaman forslu bir şey. Değil her çocukta, her adamda bile yok. Saate sahip olmak çok mühim o yüzden. Küçük Erkan’ın gözleri parlıyor tabi. Yumurtayı güzelce yerleştiriyor cebine.
Eşyaların yüklenmesine yardım ediyor, römorkun arkasında Yenişehir kazasına kadar sallana sallana yolculuk ediyor da, yine de yumurtayı kırmıyor Erkan. Bir eli hep kontrolde. Yumurta sağlam.
Yenişehir’deki akrabalarda mola verilir, Bursa’ya yola çıkmadan önce. Babası “Hadi, bakalım. Yolcu yolunda gerek,” dediğinde Erkan koşar ayakkabılarını giyer. Yumurta hala sağlamdır merdivenlerden sahanlığa inerken. Ama dışarda elini cebini attığında vıcık vıcık bir şey gelir eline. Babası durumu görür.
“Bir yumurtaya sahip çıkamadın, lan!”
Bıyık altından da gülmektedir. Erkan’ın saat maat yoktur artık gözünde. Babasının ettiği laf, onun gözünde başarısız olmak canını yakmıştır asıl. (Orta 3’e giderken ilk saatini aldığında yine de sevinmiş ama. Yatarken bile çıkarmamış kolundan.)
Oysa ders gayet başarılı olmuştur. Erkan hak ederek sahip olmanın değerinini, çiğ bir yumurtanın da olsa sorumluluk taşımanın önemini öğrenmiştir.
Çocukluğunda mahallenin abilerinden birinden, Hasan Abi’den aldığı ders de unutulmazdır onun için. İzini hala üstünde taşımaktadır çünkü. Hasan Abi’si sigara içerken yakalar onu. Bir daha içmeyeceksin, der. Yakarım yoksa seni. Erkan özendiği büyük adamlar gibi olma sevdasıyla tüttürmeye devam eder. Bir gün yine yakalanır. Hasan Abi sigarayı ağzından aldığı gibi Erkan’ın elinde söndürür. Babasının ödül bazlı eğitiminin yanında, bu şiddet içeren cezalı eğitim çok daha vahşidir. Ancak hala babasının izinde olan Erkan Can’ın bugün pofur pofur sigara tükettiği düşünülürse, hangi eğitim şeklinin daha iyi sonuç verdiğ ortadadır. (Kendisiyle konuştuğumuz bir saat yirmi dakikalık sürede önümüzdeki küllükte 10’a yakın izmarit vardı.)
Merak ediyorum, babası nasıl fark etmemişti acaba sigara içtiğini ve çözüm üretmemişti bu soruna? Sigara içmeyen birinin o kokuyu fark etmesi mümkün değildir çünkü. Soruyorum…
“Benim babam koku duymazdı ki. Benim de öyledir. Bizde ırsi bir şey bu. Ablam da koku duymaz çünkü. Benim çocukluğumda buzdolabı falan yoktu, tel dolaplarda saklanırdı yemekler. Babam okuldan gelir alır bir kabı yemeğe başlar. Annem oradan bağırır, ‘Bey, o kokmuştur artık.’ Babam fark etmezdi, yerdi yani.”
Erkan Can ile ortak noktamız ikimizin de matematiğe kafası basmaması. Ona Steven Spielberg’ün de bizim kabileden olduğunu söylüyorum, seviniyor. “Böylesi de lazımmış demek ki,” diye kendimize pay çıkarıyoruz. Kahvede oynanan oyunlara hiç kanı ısınmamış bu yüzden. O, Paşa Dayı’nın bitirimhanesine muhabbettine, oyun masalarında yancılık yapmaya, oyunu çok iyi bilirmiş gibi seyretmeye, bazen de zamanın Nejat Uygur, Yavru ile Katip gibi ünlü komiklerinin taklidini yapmak için takılmış. İkinci sınıftan terk olduğu sanat okulunda atölye dersler kendi deyişiyle “10 numara” iken teorik derslerle başı hep dertteymiş.
“Matematik hayatımda hep problem oldu. Hep matematikten çaktım. Matematiğe kafası basan adamlara hayran kalırım. Bazen ezik hissettiğim olur öylelerin yanında. Ama alıştım artık. Onsuz da oluyormuş, anladım.”
Matematiğiniz iyi olsaydı, bugün başka bir yerde mi olurdunuz acaba, diyerek bir fikir jimnastiği başlatıyorum. Düşünüyor kısa bir süre. “Yine burda olurdum gibi geliyor bana,” diyor. “Belki banka hesabım daha kabarık olurdu. Paradan da anlamam matematiğim olmadığı için. Parayı pek idare edemem, çar çur ederim. Neyse ki artık bu işleri İç İşleri Bakanı idare ediyor.” (Eşini kastederek.)
Erkan’ın kahve köşelerinden kaldırıp tiyatroya yazdıran mahallenin kırtasiyecisi Ressam İbrahim olmuş. Yüksekokul mezunu, sol görüşlü bu adam üniversite hocalarının, talebelerinin takıldığı dükkanının arkasında boyadığı tuvallerden dolayı “ressam” lakabını almış. Erkan, demiş bir gün Ressam İbrahim Abi’si, gidiyorsun 6 tane vesikalık çektiriyorsun, bir de dilekçe yazıyorsun, sonra da tiyatroya yazılıyorsun, demiş. Bir bir kendine denileni yapmış Erkan. Kurslara başladığında Ali Sürmeli ve Zafer Algöz’le tanışmış.
“Hala o dilekçe durur bende. Ali Sürmeli gitmiş bulmuş kurs kayıtlarından.”
O günlerden söz ediyor. Hocalarından… Sahne hocamız Kenan Işık’tı, dediğinde şaşırıyorum. Kenan Bey’in o kadar yaşı var mı yahu, diye sözünü kesiyorum. Varmış. O vakitler 30’lu yaşlarda bir delikanlıymış.
Kurslara hemen kanı ısınmış. Haftada birkaç gün büyük bir keyifle devam etmiş. Babası hiçbir yorum yapmamış tiyatro hakkında. “Sonradan öğrendim ki gizli gizli gelip izliyormuş beni. Hep takipteymiş.”
Erkan Can erken yaşta başta çocuklar için olanlar olmak üzere pekçok oyunda rol alarak yeteneğiyle öne çıkmayı becermiş. Oyun başına aldığı yövmiyelerle artık maaşlı oyunculardan daha çok para kazanır hale gelmiş.
Tiyatrodan sonraki adresi sinemalarmış Erkan Can. Çıkmazmış sinemalardan. Para vermezmş çünkü, ona beleşmiş bilet kesenler hep komşuları olduğu için. Dilek Sineması’nın, Kısmet Sineması’nın, Tayyare Sineması’nın müdavimiymiş. Bir tek Yazıcıoğlu Sineması’nda para verirmiş. Hep en iyi yabancı filmleri getiren Dilek Sineması’nda Anthony Quinn’in oynadığı ünlü film Sanchez’in Çocukları (The Children of Sanchez) ve Clint Eastwood’lu western İyi Kötü Çirkin’i (The Good The Bad and the Ugly) seyrettiğini gayet iyi hatırlıyor. Yerli filmler içinse adres Kısmet Sineması’ymış.
İzciliğe, folklore ve spora bile vakit bulabilmiş. Hatta farklı farklı işlerde bol bol çıraklık yapmaya da…
Erkan Can “tatlı sertti, şiddete asla başvurmazdı” diye tarif ettiği babasını 1988’de yolcu etmiş öte tarafa. Annesi ise hala her taşın altında bir anını saklı olduğu, mahalle kültürünü, terbiyesini özümseyerek büyüdüğü eski muhitlerinde, Mesken’de oturuyormuş.
“Böyle bir mahalle dokusunun ardından İstanbul’da yaşamak zor gelmiyor mu?” diye soruyorum. “Geldi,” diyor. “Halada geliyor. Mahallemi arıyorum ama. Bursa’ya gidiyorum, orada da bulamıyorum ki mahallemi. Gitmiş artık. Gidip görünce canım sıkılıyor.”
Önce dedeler, sonra babalar, anneler, ardından mahalleler… Haddinden hızlı geride bırakmıyor muyuz acaba geçmişi. Hep bir şeylere yetişmek için bir koşuşturmaca. Kötü şeyler neyse de, iyi şeyler de geride kalıyor. Büyük şehirlerde durum daha da kötü. Sırtımıza binmiş hayat gailesi kılığına girmiş kapitalizmin bi sopanın ucuna ödül gibi bağlayıp önümüzde salladığı zamanı yakalayacağız diye koşuyoruz da koşuyoruz. Hiç yakalayacağımız bir zamanın peşinde… Sevdiklerimize, dostlarımıza, kendimize armağan edemeyeceğimiz bir zaman… Erkan Can dostları çok olan “zengin” insanlardan. “Ben arkadaşlarımı çok severim. Çok değer veririm. Varsa yoksa arkadaşlarım…” diyor. İçlerinde en birincisi hangisi merak ediyorum.
Bana en can dostunuzu anlatır mısınız?
Ali Sürmeli. Tiyatroya beraber başladığım 38 senelik arkadaşım. Hayatlarımız boyunca birbirimizin yanındaydık. Uzak kalsak da mühim değil, buluştuğumuz zaman kaldığımız yerden başlıyoruz. Benden 1 yaş küçüktür ama Ali’den çok şey öğrendim. Saatlerce, günlerce sıkılmadan sohbet edebiliriz.
İkinizi gözümün önüne getirdiğimde müthiş bir benzerlik görüyorum aranızda. Gerek fizik, gerek oyunculuk olarak…
“Oyunculuk anlamında birbirimizi etkiledik. Ben çok etkilendim ister istemez. Çok değişik bir adamdır Ali. Ona bir şey söyle. İki gün kaybolur, geldiğinde ilgili bütün kitapları okumuştur her şeyi sana anlatır. Bir şeyi kafaya takarsa yapar. Ama İstanbul’da kimse kimseyi göremiyor. Başka can arkadaşlarım da var tabi. Olgun Şimşek var böyle. Zafer Algöz, Önder Çakar, Settar Tanrıöğen, Güven Kıraç, Erdal Tosun, rahmetli Gürdal (Tosun) var.”
Sizden zengini yok o zaman.
Eyvallah.
Hep bir istismar var çevremizde. Bayrak, din, Atatürk gibi sanat da istismar edilebiliyor yeri geldiğinde…
Dümen tutuluyor, ona canım sıkılıyor. Bir şeyin üstünden rant etme durumu beni yaralıyor. Bu ne olursa olsun. Popülist durumları sevmem.
Siz böylesi böylesi popülist işlerden uzak durmayı, ayrım yapabilmeyi becerebildiniz mi?
Bazen becerdim sanıyorum. Sonra bir bakıyorsun becerememişsin. Artık çarşı pazar öyle karışık ki tam denetleyemiyorsun. Bazen giriyorsun, o tencerenin için de sen de kaynıyorsun. Bazen sizi sunulduğugibi çıkmıyor işler. Ama yapacak fazla da bir şey yok. Artık böyle oldu hayat. Ben değiştiremem. Ancak kişisel düşüncemi belirtebilirim. Kendimi koruyabilirim. Ama elek sallanıyor. Giden gidecek, kalan sinema tarihine kalacak.
Sinema tarihine kalmak önemli mi?
Bence önemli. Ama düşünceler çok popülist olursa ve bu genele yansırsa durum değişebilir. İyiyle kötü karışacak o zaman.O popülistler kalır belki sinema tarihine, öbürküleri yok sayabilecek belki. İleride. (Gülüyor.) Yine de tarih diye bir şey var. Bizden sonra kalacak geride iyi şeyler. Geleceğe kalacak.
Size göre sizin hangi performanslarınız sinema tarihine kalır?
Takva kalır, Gemide kalır, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar ve Çoğunluk kalır. Öyle filmler yapmaya çalışıyorum. Ama arada kaçtığı oluyor. Neticede yaptığımız iş popüler yani. Ondan kaçış yok. Ama kendi dünya görüşüme uygun filmler yapmayı yeğlerim tabi.
Seyirci sizi başka bir yere koyuyor. Sahici, güvenilir buluyor, seviyor. Bunun nedenini nedir sizce?
One ben de bilsem söyleyeceğim, baba. Ama ben oyunculuğa kafa yoran bir adamın. 38 sene oldu. Başka bir iş bilmem. Oyunculuk üstüne hep düşünüyorum. En sade, en duru, en süzülmüş oyunculuğu bulmaya çalışıyorum. Onun dışında egolarımızdan sıyrılmamız gerektiğini düşünüyorum. Çocukluğumda, mahallede, tiyatroda aldığım eğitim beni bu noktaya getirdi. Ego varsa o zaman yanlışa düşüyorsun. İnsanın biraz kendini araklamayı becermesi gerekiyor. Kendinin farkında olması gerekiyor. Oyunculuk insanın kendisiyle yarışıdır zaten. Kendini yakalayabilmektir. Hayatla oyunculuk iç içedir. Kendimi hep dışardan üçüncü gözle izlerim. Otururken, kalkerken, şimdi konuşurken. Bunu da sahneye aktarmaya çalışmışımdır. Onun için abartılı oyunculuğu pek sevmem. Senaryoda yoksa tabi.
En abartılı rolünüz Mahallenin Muhtarları’ndaki Temel tiplemenizdi?
Evet, o bir kartondu. Karikatürize bir karakterdi. O rolü hep çocukları düşünerek oynadım ben. O çocuklar bugün büyüdü, kocaman oldu ama o çocuklar hala unutamıyorlar. Kısacası benim görevim, oyuncunun görevi senaryo ne gerektiriyorsa onun en iyisini bulup oynamaktır. Onu da bazen bulamayabilirsin. Bir rol çıkarmak bazen çok zor olabilir. İlk aklına geleni yaparsan olmaz. İşin kolayına kaçmak olur o. Ben hiç yapmadım bunu.
İyi oyuncu iyi insan olacak diye bir kaide var mıdır?
Yo, hayır bence yok. O ayrı, o ayrı. İşini iyi yapsın yeter. İşine yansıtmıyorsa özel hayatını sorun yok. Gönül ister ki, iyi bir insan da olsun. Ama ona ben bir şey diyemem. Herkes hata yapar. Hata yapa yapa büyüyoruz zaten. Her kötü şeyin altında yüzde yirmi kıssadan hisse vardır. Bende sütten çıkmış ak kaşık değilim. Benim de bir sürü hatalarım olmuştur.
Şu anda yüksek sesle dile getiremeyeceğiniz bir hatanız var mı mesela?
Yoo. Öyle bir hatam yok.. Biraz haytayım işte. Hala. Onu da dengeliyorum artık. Gezmeyi dolaşmayı çok severim, sokaklarda gezmeyi. İşte o sokaklar da hata yapıyorsun bazen.
Peki o zaman, çevrenizde sorup soruştursak. “Erkan bana kazık attı” diyecek birilerini bulabilir miyiz sizce?
Bilmeyerek yapmış olabilir. Varsa da gelsin söylesin, sonuna kadar özür dilerim ben, öyle bir şey varsa. Bilmediğim bir şey vardır belki. Konuşurum, hesaplaşırım.
İnsanları kırmamaya aşırı özen gösteren birisiniz…
En dikkat ettiğim şey. Kırmadan, dökmeden… Mümkün olduğu kadar karşındaki insanı hoş tutmak. Kırmamak onu. Bana çok kötü davrananlar da oldu, ben sineye çekip yürüdüm gittim. Zaman onları hallediyor. İntikam duygusunu da sevmem. Zamanla insanlar hatalarını anlar, ben de zamanla affederim. Anlamıyorsa da… Duruma göre kavga da ederim. Hiç gözümü budaktan da sakınmam. Bıçak kemiğe dayandığı zaman tabi. Benim sabrım büyüktür. Kavga etsem bile, duruma göre yine arkadaşlığımı devam ettiririm. Ama çok dikkat ederim, hep kendimi karşımdakinin yerine koyarım.
Erkan Can’ın yeteneğini kanıtlayan, onun önemli bir oyuncu olduğunu Türkiye’ye gösteren iki Serdar Akar filmi. Gemide ve Dar Alanda Kısa Paşlaşmalar. Üzerlerinden 10 yıldan fazla geçmiş. Bu ikiliyi herhangi projede izleyemedik. Bu bana garip geliyor açıkçası…
Hayat öyle denk getirdi, baba. Hayat bizi çakıştırmadı. Bir de ben hayatı zorlamayı sevmem. Gelişine göre… Boğulmamak için kulaç atarım yani. Hava tava meselesi. Hava tava müsait değildi, olmadı. Bundan sonrasına bakıcaz.
En çok iş yapan filminiz Takva. Sinemada en çok parayı o filmden mi kazandınız?
Sinemadan pek para kazanmadım ben. Bir sürü filmde oynadım, gençlerin filmlerinde destek için oynadım. Bunların hiçbirinden para almadım. Herkes bütçemiz az diye geliyor. Ben de n’olcak oynarım diyorum. Maksat bir iş koymak ortaya. Ama artık kısa filmlerde oynama işini kestim. Gençler geliyor dayanamıyorum onlara. Tamam diyoruz, sonra da sözümüzü yiyemiyoruz tabi. Bir sürü arkadaşın ilk filminde oynadım.
Çocukluğunuzda, gençliğinizde dönüşmeyi hayal ettiğiniz o adam oldunuz mu?
Oldum gibi sanki.
Çok Teşekkürler…
Eyvalalh, babacım…
“Son biraz Lost gibi bir dizi.”
Yeni diziniz “Son” başladı. Siz nasıl buldunuz projeyi?
Senaryo güzel. 25 bölümde bitecek olması güzel. Senaryosu enteresan. Dramatik yapısı sağlam. Merak duygusu hep ön planda. Lost gibi biraz. 25 bölüm yazılmış bitmiş ama bize okutmuyorlar. Biz de bilmiyoruz ne olacağını, soruların yanıtlarını. Söylemedikleri sırlar var. Ben de merak ediyorum ne olacak ne bitecek. Garip bir maceraya girdik bakalım ne olacak. Benim için de ilginç bir deneyim.
Dizilerin çalışma koşulları oldukça yorucu. Yeni dizinizin ismini atfen, bu “son” olsun diyor musunuz?
Biraz ara vermek istiyorum aslında. Tiyatro ve sinema yapayım istiyorum yalnızca. Ama koşular konusunda haklısınız. Setlerdeki çalışma saatleri, koşulları, dizilerin uzunluğu Avrupa standartlarına çeklirse daha iyi olacak. Herkesin bir toplanıp karar vermesi gerekiyor. Her bölüm bir sinema filmi gibi 9o dakika. Standartı 40 dakika mıdır? Hadi biz de 50 dakika olsun. Tabanca gibi dizi olsun. Biz haftada bir iki gün dinleniyoruz ama setteki arkadaşlar… Böyle bir şey yok. Buna çok üzülüyorum. Bunun bir dengeye oturtulması yapımcıyı da, oyuncuyu da, set işçisini de, seyirciyi de mutlu edecek.