Geçtiğimiz haftanın gündem maddelerinden birini Emek Sineması oluşturuyordu. Ülkemizde sinema yazınının duayen isimlerinden Atillâ Dorsay’ın mesleğini noktalamasına neden olan süreç, kökleri 1884’lere uzanan ve gerçek bir kültür mirası anlamına gelen sinemanın yıkılıp yerine AVM yapılması kararıyla gelişmişti.
Tuncer Çetinkaya
Öncelikle; Emek’in ortadan kaldırılması kararını geçmişle bağları koparma hamlesinin yeni bir adımı olarak yorumladığımı üzülerek belirtmeliyim. Başka bir deyişle dün ve yarın arasında tarihsel bir köprü kurma düşüncesine indirilen bu darbe, halen İstanbul Film Festivali’nin davetlisi olarak Türkiye’de bulunan Costa Gavras’ın deyişiyle “sanatın ticarete yenilmesi” anlamına geliyor. Değilse uluslararası bir festivalin arifesinde böylesi önemli bir mekâna kazma vurulmaya çalışılmasını, bütün bu “kültürsüzleştirme ve sanatsızlaştırma” atmosferini nasıl izah edeceğiz?
Türkiye, kültürel zeminde büyük altüst oluşların içinden geçiyor. Kavramların günümüz koşullarına uyarlanmasına 12 Eylül sonrasının başlıca “liberal” duruşu olarak aşinaydık; ancak kimi tezlere göre “inkârcılığın teorisi” anlamına gelen bu durum, iktidar sahibi “aydın” çevreleri de içine almaya başladı. Kuşkusuz, lügatine “birey”, “haklar ve hürriyetler”, “eşitlik” gibi kavramları ekleyen kesimlerin, son analizlerini sanatsal alana taşımaları zenginlik olarak nitelendirilebilirdi; ne var ki “yeni arayışların” öznesi ufukta belirince durum farklılaştı.
Aslında “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa muhafazakâr estetik ve sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz” sözleriyle fitili ateşlenen bu tartışmanın Emek ile yakından ilişkisi bulunmakta. Geçtiğimiz günlerde sözlerine açıklık getiren Prof. Dr. Mustafa İsen, bu kavramının en güzel çağrışımını “denge” olarak açıklamıştı.
“Geçmişle gelecek arasında denge… Geçmiş bizim için bir esin kaynağıdır. (Muhafazakâr sanatı) bu esin kaynağından elde edebileceğimiz bakış açılarıyla, geçmişle an arasında ilişki kurarak yeni şeyler üretmek olarak anlıyorum. Sivil inisiyatif ağırlıklı, yerel yaklaşımları, kültürün öz dinamiklerini dikkate alan kurumsal yeniden yapılanmaya ihtiyaç var.”
Emek’in ortadan kaldırılması süreci, bu tanımlamaların ortasında, geçmişle bağları koparma hamlesinin önemli bir adımına dönüştü. Oysa böylesi bir yıkıma sessiz kalmak, teorisini hayata yayma olanağını tam olarak bulamayan bir çevrenin dengesini kaybetmesi, İsen’in deyişiyle “tek kanadıyla uçmaya çalışması” (dilerseniz İskender Pala’nın manifestosunda karşılığını bulan “geçmişiyle bağları travmatik biçimde koparılmış bir toplumun öz benliğiyle barışma çabasının estetik boyutu”nu da ekleyebilirsiniz) anlamına geliyordu. Sizce de buradan şöyle bir sonuca varmak mümkün değil mi: Dün ve yarın arasında tarihsel bir bağ kurma düşüncesi yalnızca “kapsama alanına giren” üretimleri içine almakta; “öteki” durumlar böylesi bir “içselleştirmeden” soyutlanmaktadır.
Yargının sübjektif ve zorlama bir yorumla buluşması, yaşanılan gerçeklik hatırlandığında, çok da havada kalmamakta; gözlerimiz, bu çevrelerin “ecdat” ve “mazi” gibi gözde başlıklarının samimi karşılığını aramaktadır.
Meselenin bir diğer ayağı da, geçtiğimiz yıl Sinematek merkezli tartışmaların aktörü olan yazarların konuya yaklaşım biçiminde saklıdır. Sinematek’çileri “Batı’dan sorgusuz sualsiz ithal ettikleri kendi köksüz ideolojik yönelimlerinin dışındaki bütün yönelimleri es geçmiş, yok saymış, onlara nefes bile aldırmamış, yetenekleri kendinden menkul, acınası bir çevre” şeklinde nitelendiren bir anlayışa, Rekin Teksoy’un son yazısının başlığı olan “Zihinsel Şaşılık”tan başka ne söylenebilir ki? Unutulmaması gereken, nice tarihi binanın restorasyon nidalarıyla “kapitalist barbarlığın utanç ve ruhsuzluk anıtlarına dönüştürüldüğü” ve daha çok para kazanmanın tek geçer akçe olduğu bir ortamda, sanatın hiçbir biçimde varolamayacağıdır. Kültürel mirasın korunması gerektiğine işaret eden hukuk kararları yerli yerinde dururken, özel bir mülkiyet değil, devlete (dolayısıyla topluma) ait olan bir bina konumunda bulunan Emek Sineması’na reva görülen muamele akıl alacak gibi değildir. Film Yönetmenleri Derneği (Film-Yön) son bildirisinde şöyle deniliyordu:
“Unutulmamalıdır ki, kültürünü korumayan ve kültür yaratamayan bir topluluğun geleceği yoktur. Geçmişini ve yaratılmış kültürleri korumayan bir anlayışın parçası olmayacağız. Bizler gelecek nesillerimize kültür varlığı bırakmak istiyoruz. Gelecek nesillere sadece alış-veriş ucubeleri bırakan bir aklın parçası olmayacağız.”
Doğru söze ne denir?!… Çocukluk ve ilk gençlik yıllarının Antalya’sında; Yıldız, Şehir, Saray ve Kültür sinemalarından aldığı tadı AVM’lerden hiçbir zaman alamayan bir sinema yazarı olarak, sevginin Emek olduğunu unutmayan yığınları Onat Kutlar’ın dizeleriyle selamlamak istiyorum:
“Şimdi kış… Pek yaprak görünmüyor dallarda. Ama hep biliyoruz. Bahar mutlaka gelecek ve hep birlikte duyacağız yapraklı dalların sesini…”