Foto: Uluç Özcü
Aynı adı taşıyan ve kendisini anlatan kitap sayesinde “Türk Ayştaynı” lakabıyla popüler tanınırlığını artıran Oktay Sinanoğlu, bilim dünyasının yakından tanıdığı bir isim. Sinanoğlu’nun bilimsel çalışmalarının yanı sıra üstlendiği çok önemli bir misyon var: Türkçe eğitimin öneminin anlaşılması ve vurgulanması. Ona göre ortaöğretimde yabancı dilde eğitim verilmesi, Türkiye’yi yok etmeye çalışanların planının bir parçası. Sinanoğlu bu oyunu bozmak için yurdun dört bir yanında konuşmalar yaparak ve düşüncelerini içeren kitaplar yazarak “okumuş” genç nüfusu bilinçlendirmeye çalışıyor. (Ters Ninja Arşiv)
Ege Görgün (Landlord)
Kadıköy, herhangi bir günün herhangi bir saati hep aynıdır. Belki bazen az biraz daha kalabalık ya da az biraz daha tenha. Ama tıpkı İstiklal Caddesi’nde olduğu gibi sokaklar her daim insanlarıyla cıvıl cıvıldır. Mağaza vitrinlerinin önü ufak birer istasyon haline gelir bu trafikte. Kafeler, yemek mekanları ise sahibinin somurtmasına yol açmayacak kadar işlektir. Kadıköylü’nün yüzü genelde asık değildir zaten. Moda’dan yokuş aşağı akıp gelen eski İstanbul ruhu, barlar sokağı Kadife’den kabarıp köpüren genç enerji ve orta yaşlı Kadıköy müptelalarının bilge sakinlikleriyle birleşince oluşan semt aurasıdır bunun müsebbibi. Kadıköy’ün yalnızca mektup adresi değil, bir müptelalık olduğunu bilen bu orta yaşlı kesim sayesindedir ki, “Kadıköy sakini”, sakin kelimesinin iki anlamının da hakkının verildiği bir tabir haline gelmiştir.
Kadıköy’ün böylesine sıradan bir gününde bir çay içmek için kapısından girdiğiniz kafelerden birinde ona her an rastlayabilirsiniz. En arkada, köşedeki kare şekilli masif masada, sessiz sakin önündeki deftere bir şeyler karalayan, bembeyaz pamuksu ve kabarık saçlarıyla akla hemen kendilerini son icatlarına adamış bilim adamlarını getiren bir adam. O kadar soyutlamıştır ki kendisini, artık kendisini tanıyan çalışanlar getirip masasına bırakmasa, ne bir damla su içmek, ne de bir lokma bir şey yemek aklına gelecektir. Dünyanın tanıdığı Oktay Sinanoğlu’yla belki aynı mekanı siz de paylaştınız ama muhtemelen bunun farkında bile olmadınız.
300 yılın en genç profesörü…
Batı dünyasının son 300 yıldır çıkardığı en genç profesör olmak. Bunu Kansaslı, Washingtonlu ya da New Yorklu Coni değil, Yale Üniversitesi’nden 26 yaşında bir Türk başarıyordu. TED’in Yenişehir Lisesi’ni 1953’te birincilikle bitirdikten sonra çok istemeden de olsa yurtdışına eğitim görmeye giden Sinanoğlu bu başarısının nedenini yalnızca kendi zekasıyla açıklamıyor. Ona göre ortaokul ve liseyi o dönemde dünyadaki en iyi orta eğitimin verildiği Türkiye’de okumuş olması en önemli etken.
“Türkçe aldım eğitimimi, tarihi, fiziği, matematiği, kimyayı Türkçe; İngilizceyi de kendi dersinde öğrendim. Bizi devşirme olalım diye gönderdiler oralara, çok şükür olmadık. Gittiğimde derslere baktım, dedim ki ben bunları biliyorum. İnanmadılar tabi. Getirin dedim sene sonu imtihanını. 90 falan aldım. Öyle ki sene sonunda sınıfta en yüksek not 70’ti. Üniversiteyi bir buçuk senede falan bitirdim yani.”
*
“Dışarıda yetiştirilen sahte aydın sınıfa, hiçbir zaman kendi memleketinde işe yarayacak bir şey öğretilmemiştir. Bilimde ve teknikte yani pratik alanda kendi ülkesinde kullanabileceği bir şeyler öğretilememiştir. Öğretilenler idari ve sosyal bilimler ağırlıklıdır. Bu bilimler de ‘patron ülke’nin gerçeklerine göre okutulmuştur. Bunlar kendi memleketlerine döndüğü zaman kendi milletinin başına bela olan bir aydın sınıf haline gelirler.”
Hedef Türkiye
Yurtdışında eğitim görenlerin devşirildiğini söylüyorsunuz. Sizi onlardan farklı kılan ne oldu?
En önemli fark orta öğretimi Türkiye’de almam. Asıl karakteriniz orada gelişir. Benim eğitim gördüğüm dönemde Atatürk ruhu hala devam ediyordu. Herkes aşağı yukarı aynı kafadaydı. Ben Atatürk’ü görmedim ama onu ruhuyla yetişen son nesilim. Üniversiteyi bitirdikten sonra da üstüne kendim koydum. Hangi dersi istiyorsam onu aldım. Kimse bana şu dersi al, şunu alma diyemedi.
İkincisi aileden. Köklü bir aileden geliyorum. Ana tarafından atamız Karacabey, II. Murat’ın Varna Muharebesi’ni kazanmasını sağlayan başkomutandı. Baba tarafından kökenimiz Rumeli’ye, Batı Trakya’ya, Kavala ve Selanik’e uzanır. Babam 17 yaşından itibaren Atatürk’le birlikte çalışmıştır. Başkonsolos olan babama hep özel ve önemli görevler vermiş Atatürk. İki abimi de cebinden okutmuştur Atatürk.
Zaten giderken yemin etmiş Sinanoğlu: “Gideceğim ve kısmetse orada söz sahibi olacağım, ondan sonra gelip o namussuzlarla burada uğraşacağım.” Kendine verdiği bu sözü tuttu Sinanoğlu. Fizik, kimya, matematik, astrofizik, nükleer fizik, moleküler biyoloji ve kuvantum fiziği dallarında en yetkin isimlerden biri oldu. Bugün Nobel Fizik Ödülü için aday gösteren kurumun üyesi. Yani adaylar için ona danışıyorlar. Bu alanda görev yapan ilk Türk profesörü. Artık Sinanoğlu’nu tüm dünya tanıyor ve büyük saygı duyuyor. Buna benzer durumlar içinde olan pek çok Türk’ün zamanla evrensel bir figür haline gelmenin büyüsüne kapılıp, kökünü, özünü, en önemlisi milli duygularını kaybetme noktasına geldiğini görmemize rağmen, Sinanoğlu ülkesiyle, kültürüyle, milletiyle bağlarını hiçbir zaman koparmamış. “Türkçe giderse, Türkiye gider” diyerek ülkesi için en önemli mesele olduğuna inandığı konuda bir Kurtuluş Savaşı başlatmış. “Türk okullarında yabancı dille eğitim ihaneti 1953’te başladı. Bunda Amerika ve İngiltere’nin parmağı vardı. Bilim dili İngilizce diye de uyutulduk. Oysa bilim dili matematiktir.”
Sinanoğlu Türkiye’de öğretilen İngilizce’ye Tarzanca adını takmış. “Tarzanca ile bilim adamı olunsaydı, Tarzan fizikçi olurdu. Milleti Tarzanlar kalabalığına döndürdüler.” Bu sırada yan masaya oturan gençler bağıra bağıra konuşmaya başlıyor. Biraz önce daha sesiz olmalarını rica etmiştim üstelik. Konuştukları konular o kadar eften püften şeyler olunca, bu kadar yüksek sesle konuşmaları daha da anlamsız geliyor insana. Rahatsız olduğumu fark eden Sinaoğlu, “Tarzan takımı bunlar,” diyor. “Tarzan, Jane…”
Sinanoğlu’nun yabancı dille eğitim veren okullardan daha fazla hoşlanmadığı bir şey varsa o da Robert Koleji gibi, kendi tabiriyle “misyoner okulları”…
“İş, Robert Koleji’yle sınırlı kalmadı. Zamanın askeri hükümetine Boğaziçi Üniversitesi’ni kurdurdular. Robert Koleji’ni büyütmüş oldular. Ben artık Robert Koleji’ne kızmıyorum. Çünkü onu kimin kurduğu, ne olduğu belli. Boğaziçi çok daha tehlikeli. Amerikalı’dan çok Amerikancı yetiştiriyor. ODTÜ’nün de dilinin hemen Türkçe’ye çevrilmesi lazım.”
Fethullah Gülen’in tüm dünyaya yayılan Türk okullarının Türkçeyi yaygınlaştırdığı söyleniyor…
Alakası yok. Bu okulları ilk duyduğumda ben de sevinmiştim. Sonra öğrendim ki onların da eğitim dilleri İngilizce. İngilizce misyonerlerinin işi bırakın kendileri yapsın. Türkçe Olimpiyatları falan diyorlar ama, maksat göz boyamak.
Sinanoğlu, yabancı dilden bizim dilimize geçip yerleşen pek çok kelime için Türkçe kelimeler türetmiş, ya da mevcut olası karşılıklar içinden en uygununu belirlemiş. Üniversite / evrenkent, internet / örütbağ, televizyon / telegör, turizm / gezim, teknoloji / teknobilig, petrol / neft ya da taşyağ gibi. Bir bilim terimleri sözlüğü bile hazırlamış Sinanoğlu. “Atatürk de onca işi arasında geometri kitabı hazırlamış. Bugünkü kullandığımız üçgen, teğet, yatay gibi pek çok kelimeyi kendi türetmişti. “Subay” gibi orduyla ilgili bazı kelimeleri de öyle mesela. Atatürk de matematiği çok severdi, matematiksel düşünürdü. Matematiksel düşünen adam böyle yapar. Gidip başkasının yabancı kelimesini alıp kullanmaz.”
Bu söylediklerinizden sonra sormak istiyorum, adı Esquire olan bir dergiye röportaj vermek nasıl bir duygu?
Buna takılırsak hiçbir dergiye röportaj veremem, hatta televizyona da çıkamam. Türkçe adı olan kaç dergi var ki Türkiye’de? Mekanların adı farklı mı? Şu oturduğumuz yerin adı bile. Tüm bunlar ve ayrıntı varken, teferruat varken detay demek sömürge kafalı bir hale getirildiğimizin bir göstergesi.
Türkiye’nin bugünkü siyasi durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Laik ve aydın geçinen takım (içlerinde vardır belki sahicileri ama çoğu sahtedir) başörtüsü diye yaygara yapa dursunlar, memleketin toprakları verilmiş, tapuları satılmıştır. Bunu başlatan AKP’den önceki koalisyon hükümetidir. AKP de onların başladığını devam ettirmektedir. Ben millet bu yağmaya tepki gösterecek diye düşünüyordum. Ama olmadı. Toplumun iki kesimi ayrı ayrı uyutulmuş çünkü. Biri küresellik diyor, biri hoşgörü diyor. 40-45’ten beri devam ediyor bu oyun. Şimdi de “Al başörtünü, ver vatanını” siyaseti yapılıyor. AB için de böyle söylenmişti. AB’ye girersek başörtümüzü rahat rahat takarız, deniyordu. Olur mu, başörtüsünü Müslümanlara yasaklayan ilk ülke Fransa’dır.
Siyasi konularda bu kadar kesin şekilde konuşabilmenizde bilim adamlığınızın rolü var mı?
Ben toplumsal olaylara da matematiksel bakarım. Toplum kanunlarıyla, fizik kanunları birbirine tahmin edemeyeceğiniz kadar çok benzer. Filipinler’de, Tayland’da, Güney Kore’de, Güney Amerika ülkelerinde ne oluyor yıllardır takip ediyorum. Bu ülkeleri özellikle saydım. Çünkü 1960’larda bile orada olanları görürdüm ve 6 ay sonra bunlar Türkiye’de olacak derdim. Haklı çıkardım tabi. Matematiksel düşünce alışkanlığıyla bağlantısı yok gibi görünen olaylar arasında bağlantı kurmak çocuk yaştan beri mesleğimiz. Huyumuz bu.
Bugünkü noktaya gelineceğini de biliyordunuz yani.
Tabi. O zamana dek solcuların üstünden işlerini götüren küresel kraliyetçiler, 73’ten sonra muhafazakarların üstünden yürüme kararı aldılar. Ve bir anda muhafazakarlar güçlendi. Amerikan ırkçılığı, Hıristiyan yobazlığı, mezhepler bir anda arttı. Zaten yüzde doksanı kör cahil olan ABD nüfusu kim istenirse ona oy verecek duruma getirilmiştir. Türkiye de öyledir, başka biri vardır, o der ki şuna oy vereceksiniz. Herkes ona oy verir.
“Ayrıntı varken, teferruat varken ‘detay’ demek sömürge kafalı bir hale getirildiğimizin bir göstergesi.”
Küresel Kraliyetçi kalıbını hep kullanıyorsunuz. Ne demektir bu?
Bir küreselleşme kandırmacası var. Yıllardır bununla meşgul ediyorlar insanları. Ben diyorum ki çoğunluğun köle, azınlığın efendi olacağı bu sistem küreselleşme değil, küresel kraliyetçiliktir. Birileri bütün dünyaya hakim olma gayretinde. Hatta bunu başardı. Bu onların işidir.
Laiklikten kopup şeriat yoluna girileceğinden endişelenen muhalif bir kesim var. Siz işlerin o noktaya gidebileceğini öngörüyor musunuz?
Bugün olanları kimse yok laiklik elden gidiyor, din devleti kurulacak, şeriat gelecek diye yorumlamasın. Böyle bir şey kesinlikle olmaz. Çünkü bu işleri ayarlayanlar İslami bir şeriat devletinin kurulmasına asla izin vermezler. Bu lafları kullanırlar, istediklerini yaptırmak için, topraklarını, limanlarını ellerinden almak için, toplumu bölmek için… Türkiye’de misyonerlere para yardımı yapan, ev kiliselerine izin veren önce Refah, sonra AKP’dir.
Buna karşın Atatürkçü geçinen kesim şartlandırılmış saplantılarla hareket etmektedir, Atatürkçülük eşittir laiklik eşittir müslüman düşmanlığı formülüne dönüştürmüşlerdir işi. (Zamanında da böyle sahte sağ ve sahte yol yaratılmıştı) Oysa hepsi Atatürk’ün söylediği şeylerin tam tersini yapmışlardır. En başta yabancı dilde eğitim…
“Atatürkçü geçinen kesim şartlandırılmış saplantılarla hareket etmektedir, Atatürkçülük eşittir laiklik eşittir müslüman düşmanlığı formülüne dönüştürmüşlerdir işi.”
Bu kurduğunuz denklemde ordunun denge unsuru olarak yeri çok önemli olsa gerek?
Önemli görülür. 45’li yıllarda, Amerikan askerlerinin bütün Ankara’yı işgal ettiğini, yeni meclis binasının yanına bir Amerikan karargahı kurulduğunu, Balgat’da bir üs kurulduğunu ben gördüm. “Sömürge mi olduk biz?” demiştim. Ordu iyi niyetlidir, Atatürkçü olduklarına inanırlar. Ama bazen Atatürk için asıl önemli olan şeylerin tersini yaptıkları da olmuştur. Atatürk sayesinde harp sanayi kurulmuştu ufak ufak, ne oldu onlar? ABD gelir gelmez Kayseri’deki uçak fabrikasını karyola fabrikasına çevirdi, Makina Kimya’yı işe yaramaz hale getirmiştir, Kırıkkale’deki mühimmat depomuz tamamen havaya uçtu… Bu durumda ne yapsın ordu? Bak ne diyor komutan. “Amuda mı kalkayım?” diyor. Birkaç senelik görev süresince de ne yapabilir, o da ayrı bir konu tabi.
“On tane Atatürk gelse ne olacak, taban kalmadı ki.”
Bir Atatürk daha çıkması mı gerekiyor işlerin düzelmesi için?
Atatürk gelse ne yapacak. Sen üstüne düşeni yapıyor musun ki? Herkes üstüne düşeni yapsa zaten sorun kalmaz ki. Çünkü küçük küçük hatalardan gidiyor her şey. Bu durumda on tane Atatürk gelse ne olacak, taban kalmadı ki.
Atatürk’ten sonra nasıl bir süreç yaşandı da bu noktaya geldik?
İnönü zamanında Müslümanlık neredeyse yasaktı. Türk lafı da yasaktı. Rusya kızarmış falan. Atatürk’ün yerine İnönü heykelleri dikilmeye başlandı, bir. Paraların üstünden Atatürk resmi kaldırıldı İnönü resmi basıldı iki. Dün gibi gözümün önünde. Ciddi din baskısı vardı insanların üstünde. Bunlar da bana göre bir yerlerden ayarlıydı. O baskıdan bunalan halk DP’yi başa getirdi. DP her yere cami dikmeye başladı. Menderes, İslam’ın kurtarıcısı ilan edildi adeta. Ama çeşmeler kapatıldı, tüm tramvay rayları söküldü. Yabancı dille eğitim başladı. İngiltere ve Amerika parmağıyla… İstanbul’un en tarihi yerlerinden otoyollar geçirildi. Amerika’nın petrol siyasetine hazırlandı ülke. Bunlar hep kasıtlı yapıldı. İstanbul’u Bizanslaştırma işlemi o zaman başlatıldı.
Bu dönemde İstanbul’daki Osmanlı’dan kalma, hayrat çeşmelerinin devlet eliye kapatılmasını Coca Cola’nın gelişine hazırlık olarak yorumlamışsınız kitabınızda. Olaylar arasında bu şekilde ilginç bağlantılar kuran başka yazarlar komplo teorisyeni olarak adlandırıyor zaman zaman. Hiçbiri sizin kariyerinize sahip değil tabi. Yine de sizinkilerin de öyle değerlendirilmesinin önündeki engel nedir?
Sırf kariyer değil. Ben, yıllardır tüm dünyayı gezip yerinde görüyorum her şeyi. O yazanların böyle bir şansı olmuş mu? Bir de şu var, komplo varsa, teorisine gerek yoktur. Deliller meydanda, olaylar meydanda, peşpeşe gerçekleşiyorlar hem de. Aslında neler döndüğünü anlamak için biraz kafanın çalışması yeterli.
“Süreklilik içinde olanlara bakmak lazım. Yok, AKP geldi, yok şu geldi sorunu değil bu. Atatürk’ten beri olan şeyler hep aynıdır.”
11 Eylül olaylarını da böyle bir oyun olarak değerlendirebilir miyiz? Açıkçası ben de pek inanmıyorum olayın terörist saldırısı olduğuna…
Kimse inanmıyor ki. Amerika’nın cahil ve ahmak kesimi hariç kimse inanmıyor. Amerika’nın tarihini biraz bilen bu gerçeği görebilir zaten. Çıkardıkları bütün savaşlarda aynı taktiğe başvurmuştur. İspanyol harbinde kendi gemisini batırmış, İspanyollar saldırdı deyip savaş açmışlardır. Tabi, bu Amerikalılar’ın icat ettiği bir şey değil. Romalılar da fethedecekleri yerlere önce kendilerine muhalefet yapacak bir adamı yerleştirirlermiş. Ona isyan falan çıkarttırırlar sonra da orayı fethederlermiş.. Bu sistemlerde güç kendi muhaliflerini kendi kurar.
“Biz hem Osmanlı’nın devamıyız, hem Cumhuriyetiz. Bu ayrımı yapmak Türkiye’ye en büyük kötülüktür.”
Peki 12 Eylül?
Bu istikrarsızlık yaratılmasından sonraki adımdır. Önce orada burada bomba patlatırsın milleti birbirine düşürürsün, karışıklık çıkarırsın. Çok kolay, iki kişiyle olur. Sonra da bunu önlemek için o hadise gelir. 10 senede bir. Ben daha 1960’larda bunun grafiğini çizmiştim karatahtaya. 10 senede bir ihtilal olacak dedim. Onun devri geçti şimdi tabi.
Siz her zaman Osmanlı’nın devamı olduğumuza vurgu yapıyorsunuz. Aynı zamanda bir Atatürkçü olduğunuzu söylüyorsunuz. İkisi çelişmiyor mu?
Kesinlikle çelişmez. Bir kısmı Atatürk’e bir kısmı Osmanlı’ya düşman edilmiştir. Biz hem Osmanlı’nın devamıyız, hem Cumhuriyetiz. Bu ayrımı yapmak Türkiye’ye en büyük kötülüktür. Onun için köksüz, ne olduğunu bilmeyen, kendi atasına küfreden bir hale getirilmişizdir. Bugün büyük dedesi Osmanlı paşası olan ama bunu söylemeye utanan insanlar vardır. Hem Atatürk de, Osmanlı eğitiminin, siteminin, Osmanlı devlet anlayışının yetiştirdiği son adamdır ve devamıdır. Mesela Sultan Abdülhamit kötülenmektedir. Kızıl sultan denir falan. Çünkü siyonistlere İsrail’i satmamıştır. Ama Batı sömürgecilerinin coştuğu, en büyük hunharlıkları yaptığı dünyanın en belalı döneminde onun izlediği denge siyaseti sayesinde imparatorluk gücünü korumuştur. Dünyadaki ilk denizaltıyı Haliç’te yaptıran, tüneli yaptıran birine iftiralar atmanın ardında kasıt vardır. Sultan Abdülhamit 33 sene bir karış toprağı kaybetmemiştir. Atatürk gibi o da bir tarafa yamanmamıştır. Ondan sonra gelen İttihat terakki Almanlar’a yamandığı için imparatorluk elden gitmiştir. Atatürk’ün devamında gelenler de işte Amerika’ya yamanmışlardır. En başta İnönü. Onun zamanında her şeyin Amerika’ya teslim edilmesi gayet doğaldır. Çünkü Kurtuluş Savaşı’ndan önce de, İnönü Amerika mandası deyip duruyordu. Ne zaman birine yamansak bir taraflarımız gitmiştir. Atatürk’ten sonra yapılan en büyük hata sırtımızı Asya’ya dönmemizi sağlamalarına izin vermemiz olmuştur. Oysa bir ayağı her zaman Avrupa’da olan bir Asya ülkesiyiz. Medeniyetin beşiği Asya’dır. Atatürk yıllar öncesinde söylemiştir güneş yine doğudan doğacak diye. İşte Japonlar, işte Çin. Amerika şu an Çin’den aldığı borçlarla ayakta duruyor. Kimse yazıyor mu burada, orada yazıyorlar. Amerika’ya yamanmışlar bir tarafların devamlı gidiyor. Süreklilik içinde olanlara bakmak lazım. Yok, AKP geldi, yok şu geldi sorunu değil bu. Atatürk’ten beri olan şeyler hep aynıdır.
Osmanlı’ya bu olumlu bakışınız, Vahdettin için de geçerli mi?
Evet. O da son derece vatansever bir insandı bana göre.
“Bugün olanları kimse ‘laiklik elden gidiyor, din devleti kurulacak, şeriat gelecek’ diye yorumlamasın. Böyle bir şey kesinlikle olmaz. Çünkü bu işleri ayarlayanlar İslami bir şeriat devletinin kurulmasına asla izin vermezler.”
IMF için ne düşünüyorsunuz?
IMF’nin bulaştığı yer batar. IMF’yi sepetleyen yüzde 8 kalkınma hızına ulaşır. Mesela Rusya. Mesela Malezya. Sepetleyen kurtulur, takılan mahvolur.
Son soru bilimle alakalı. Labaratuvar ortamında antimadde ve karadelik üretilmeye çalışıldığı söyleniyor, hatta bunun başarıldığı. Ama boyutu ne olursa olsun böyle karadeliğin dünyanın sonunu getirebileceğine inanan çok insan var. Konunun uzmanı olarak siz ne diyorsunuz, böyle bir tehlike var mı?
Teorik olarak böyle bir şey mümkün ama fiziğin bugünkü geldiği noktada bunların şu an için başarılabileceğini sanmıyorum ben.
Bu soruyla söyleşimiz, Sinanoğlu’nun tercihiyle mülakatımız sona eriyor. Bu önemli şahsiyetle tanışıp, sohbet edebildiğim için mutlu ve gururluyum. Memnuniyetsiz olmam için de sebebim var ama. Ona, kitaplarında anlattıkları, yani benim o kitaplardan bildiklerim dışında pek bir şey söyletemedim çünkü. Biraz zaman yetmediğinden, biraz o güçlü dış kabuğu aşmayı beceremediğimden merak ettiğim çoğu noktayı öğrenememiş oldum. Onu tanımayanların ya da kitaplarını hiç okumamışların merakını giderecek, Oktay Sinanoğlu hakkında fikir sahibi olmalarını sağlayacak bir söyleşiyle yetinmek zorundayım bu seferlik.
Oktay Sinanoğlu: En zeki Türk
25 Şubat 1935’de Bari’de doğdu. TED Yenişehir Lisesi’ni bitirdikten sonra burslu olarak gittiği Kaliforniya Berkeley’i, sonrasında da MIT’nin (8 ay) kimya bölümlerini birincilikle bitirdi. 1962’de Yale Üniversitesi’nde profesör oldu. 1964’de ODTÜ’ye Danışman Profesör oldu. Yale Üniversitesi’nde ikinci bir kürsüye daha profesör olarak atandı. Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının ilk profesörlerinden biri oldu. DNA sarmalının çözelti içinde o halde nasıl durduğuna açıklama getirmiştir. Amerikan Ulusal Akademisi’ne (National Academy of Sciences) üye seçilen ilk ve tek Türk oldu. Yale Üniversitesi’nde moleküler biyoloji ve kimya olmak üzere iki kürsüde profesör olarak görevini sürdürmektedir. 200’den fazla bilimsel yayını olan Sinanoğlu bilim dışı mücadelesini Ne Yapmalı: Yeniden Diriliş ve Kurtuluş İçin, Bye Bye Türkçe: Bir Nev_York Rüyası, Hedef Türkiye, Büyük Uyanış ve Türk Aynştaynı adlı kitaplarına taşımıştır. Hocayı 19 Nisan 2015’te kaybettik.