“Çoğunluğu” temsil ettiğini öne süren bir koronun; filmlere, dizilere ya da bir bütün olarak sanat eserlerine dair yasakçı söylemlerinin yalnızca günümüz Türkiye’sine has bir olgu olduğunu düşünüyorsanız, kuşkusuz yanılıyorsunuz.
20. yüzyılın en etkin sanat dallarının başında yer alan sinemanın tarihi, muhalif bir duruşa sahip olan, eleştirel bakış açısını yitirmeyen, soran, sorgulayan ve düşünmeye iten filmler olmadan muhtemelen yazılamazdı. Aşağıdaki sansürlenmiş ya da yasaklanmış filmlerden oluşan küçük seçki, pek çok eleştirmenin ortak kanısı olarak yedinci sanatın klasikleri arasına girmiş örneklerden seçilmiştir ve kuşkusuz ki (Türk sinemasını da kapsayacak biçimde) genişletilebilir.
İşte egemen unsurların “kepazelik”, “ahlaksızlık”, “ucubelik” vb. sıfatlarla onurlandırdığı ve haklarında “tez yasaklana!” fermanı çıkardıkları filmlere dair kronolojik olma iddiası taşıyan mütevazı listemiz:
Avangardların tiyatrodaki en önemli seslerinden olan Antonin Artaud’nun senaryosuna dayanan ve sinema tarihinin ilk kadın yönetmenlerinden Germaine Dulac’ın imzasını taşıyan Le Coquille et le Clergyman (Deniz Kabuğu ve Din Adamı, 1928) adlı film, bir din görevlisinin cinsel arzularının etkisiyle gördüğü bir karabasandan yola çıkar ve pek çok yıkıcı ve seyirciyi şoke edici unsurla hatırlanır. Dizleri üstünde Paris kaldırımlarını arşınlayan ve cüppesinin eteklerinin uzamasına engel olamayan rahip ya da başı ortadan ikiye ayrılan resmi görevli, sessiz sinemanın bu en deneysel yapımlarından birinin akıldan çıkmayan anlarını oluşturur.
Paris’te Antonin Artaud’nun Rüyası adı ile gösterilmiş bu klasiğin, “halkın yüce duygularını rencide edici içeriği nedeniyle” dönemin sansür kurulu tarafından cezalandırıldığını biliyor muydunuz?
Erich Maria Remarque’ın yayınlandığı dönemde yankılar uyandıran romanının mükemmel bir uyarlaması olan All Quiet on the Western Front (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, 1930), sesli sinemanın ilk klasiklerdendir. I. Dünya Savaşı’nın yaralarının henüz sarılmadığı ve yeni bir felaketin ayak seslerinin duyulduğu bir ortamda savaş korkusunu şiirsel bir anlayışla ele alan Lewis Milestone, profesörleri tarafından ülkeleri adına savaşmaları için ikna edilen 7 Alman gencinin öyküsünü anlatır. Paul ve arkadaşları savaşın göbeğine düştüklerinde şan ve şeref kavramlarını sorgulayacak ve cephede yaşananların emekli asker Katczinsky’den dinlediklerine benzemediğini fark edeceklerdir.
Savaş felaketini son derece dramatik bir anlayışla gözler önüne seren yönetmenin, özellikle belgeselci bir yaklaşım yeğleyerek yer verdiği siper görüntüleri, sonraki dönemlerde savaş sineması adına örnek oluşturmuştur. Filmin, 2. Savaş’ın ufukta belirdiği günlerde, “vatanperver duyguları rencide ettiği” gerekçesiyle başta Almanya olmak üzere pek çok ülkede gösteriminin engellendiğini biliyor muydunuz?
Kuhle Wampe (1932), günümüzde, Almanya’nın Hitler öncesi dönemine dair en cesur yapımlarından biri olarak hatırlanmaktadır. Bertolt Brecht’in de senaristleri arasında bulunduğu Slatan Dudow imzalı filmin merkezinde bulunan dört kişilik bir aile, hayatlarının en zorlu dönemecinden geçmektedirler. İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü Berlin’de açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan kahramanlarımız, devletin işsizlik sigortasını kesmesiyle daha da güç duruma düşer. İş bulamadığı için annesinin baskılarıyla karşılaşan oğul trajik bir sona doğru ilerlerken, kız kardeşi ise siyasi ortamın içine girecektir.
Filmin, Nazilerin iktidara gelmesinin hemen ardından (ilk icraatlardan biri olarak) “otoritenin gücüne meydan okuduğu” iddiasıyla yasaklandığını biliyor muydunuz?
Jean Renoir’ın La Regle du Jeu (Oyunun Kuralı, 1939) adlı yapıtında tanınmış bir marki ve karısı, konaklarında haftasonu için bir av partisi düzenlemeye karar verirler. Davetlilerin ortak özelliği ait oldukları aristokrat etiketlere uymamaları ve doyumsuzca aşk arayışı içinde olmalarıdır. (Marki bir başka kadınla gönül ilişkisindedir, karısı Christine’e iki erkek birden aşıktır, bazı davetliler hizmetçilerin peşinde dolanır vs.) Her şeyin olması gerektiği gibi sürdüğü eğlence, yaşanan bir cinayet ile alt üst olacaktır.
Taşlama içeren anlatısı ve “servet düşmanlığına yol açması” nedeniyle sansürün hışmına uğramış klasiklere eklenen halkalardan biri olan filmin, yıllanmış şarap gibi gittikçe değerlenen acımasız bir güldürü olarak sinema tarihine geçtiğini biliyor muydunuz?
Sinema çevrelerini kapsayan bir çok araştırmada “Tüm Zamanların En İyi Filmi” seçilen Citizen Kane (Yurttaş Kane, 1941), filme adını veren kahramanın ölmeden önce ağzından belli belirsiz dökülen “rosebud” sözleriyle açılır ve bir muhabirin, hem bu sözün anlamını hem de Kane’in yaşamını araştırmaya başlamasıyla derinleşir. Adamın en yakınındaki isimlerin tanıklığıyla süren araştırma sonucunda, ortaya her birinin ifadeleriyle oluşmuş çok farklı ve zengin bir portre çıkar.
Sinemayı çok iyi algılayan 26 yaşındaki gepegenç ve aykırı bir yönetmenin biçimsel alanda yaptığı devrim, yedinci sanatın gelişimini tümüyle sarsacak türdendir. Eşine rastlanmamış bir kurgu, çarpıcı geri dönüşler, siyah-beyaz kullanımındaki ustalık ve özellikle dekorlar, üzerinde uzun süre çalışıldığı belli olan yeni bir sinema dilinin en büyük göstergeleri arasındadır. İçerdiği iktidar-güç ve insan eleştirisi ile de dikkat çeken filmin, dönemin basın imparatoru William Randolph Hearst’ün (karakterin kendisinden esinlendiği gerekçesiyle) karalamalara maruz kaldığını ve bir tür lanetli başyapıta dönüştüğünü; Orson Welles’in ise stüdyo sistemine muhalif duruşuyla sistemin dışına itildiğini biliyor muydunuz?
Luchino Visconti’nin, James M.Cain’in 1934 yılında kaleme aldığı Postacı Kapıyı İki Kere Çalar adlı romandan serbest biçimde uyarladığı Ossesione (Tutku, 1943) Yeni Gerçekçilik akımının manifestosu olması bir yana, yönetmen adına ‘belalı’ bir filme dönüşmüştü. Evli ama özellikle cinsel açıdan mutsuz bir kadının kocasını aldatmasını konu alan yapım, Mussolini ve faşistlerin Roma’yı kasıp kavurduğu bir dönemde çekildiği için ‘Kutsal Aile’yi zedelediği iddiasıyla karşı karşıya gelmişti. Filmin, büyük gösterilerin ve protestoların sonucunda derhal yasaklanıp, Visconti’nin tutuklanması sonucunu doğurduğunu; ancak iktidarın model olarak sunduğu aile yaşantısına büyük bir darbe indirmeyi başardığını biliyor muydunuz?
Şerif Will Kane, kasabadaki son saatlerini yaşamaktadır. Henüz evlenmiştir, görevini tamamlamıştır ve kısa bir süre sonra eşiyle birlikte uzaklara gidecektir. Tam bu sırada bir süre önce hapse tıktığı bir suçlu ve çetesinin kasabaya yaklaşmakta olduğunu öğrenir. Mahkemece salıverilen adamın tek düşüncesi Kane’den intikam almaktır. Şerif, kasabalının, bu işin yeni gelecek kanun adamının görevi olduğu türünden telkinlerine kulak asmaz ve insanlara karşı sorumlulukları olduğu düşüncesiyle kasabayı savunmaya karar verir. Evet, High Noon’dan (Kahraman Şerif, Yön: Fred Zinnemann, 1952) söz ediyoruz. Öncülü olan bir çok westernden keskin hatlarla ayrılan o meşhur filmden.
2. Dünya Savaşı’nın hemen ardından söylenen barış şarkılarının, yerini Soğuk Savaş’a bıraktığı, ülkeyi kuşatan komünizm paranoyasının dalga dalga Hollywood’a ulaştığı ve Amerikan halkının “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğu” bir dönemde (!) gündeme gelen bu filmin, gösterime girdiği günlerde (tam da McCarthy ve yandaşlarının ‘cadı avı’na çıktıkları bir dönemde) suskun bir toplumu yargılaması nedeniyle “kepazelik” olarak adlandırıldığını biliyor muydunuz?
Elia Kazan–Tennesse Williams işbirliğinin bir başka başarılı örneği olan Baby Doll’da (Taş Bebek, 1953), Archie Lee, iktidarsız ve çocuk yaşta evlendiği karısı Baby Doll Meighan ile (kızın cinsel yaşa ulaşamaması nedeniyle) ilişki kuramayan yaşlı bir adamdır. Her şeye karşın normal gibi görünen ilişkileri, evliliklerinin üstüne kabus gibi çöken İtalyan işadamının gelişiyle alt üst olacaktır.
Şehvet, cinsel baskı ve ahlaki çöküş gibi olgulara ilişkin yaklaşımıyla Kazan’ın denetleme kurulu Legion of Decency tarafından ahlaksızlıkla suçlanması sonucunu doğuran bu filmin, Katolik Kilisesi’nin baskılarıyla bir çok eyalette yasaklandığını biliyor muydunuz?
Humphrey Cobb’un romanından uyarlanan Paths of Glory (Zafer Yolları, 1957), dönemin Fransız ordusunda birer sınıfsal konumu ifade eden rütbe farklarını, kişisel hırslarıyla vatanseverliği birbirine karıştıran generalleri ve cephe gerisini tüm ayrıntılarıyla gözler önüne sermektedir. I. Dünya Savaşı sırasında görevde yükselmesi başarılması zor bir saldırıya bağlı olan Fransız General Mireau’nun verdiği karar, emrindeki askerler için intihardan farksızdır. Çok sıkı korunan Anthill tepesine yapılacak bir baskın, askerleri açık hedef haline getirecek ve göz göre göre biçilmelerine yol açacaktır. Nitekim ilk saldırının başarısızlığa uğramasının ardından siperlerinden çıkmayı reddeden askerler de durumun mantıksızlığını kavramışlardır. Bu davranışı pahalıya ödetmek isteyen kurmaylar, bütün bölüğü cezalandıramayacakları için kurayla belirlenen üç askeri idam etmeye hazırlanırlar. Temelde hiçbir suçları bulunmayan zavallı erlerin durumlarına gözlerini kapamayan tek kişi, bölüğün komutanı Albay Dax’tır.
Stanley Kubrick‘in yönettiği filmin, Fransa’da 10 yılı aşkın bir süreyle yasaklı kalmasına rağmen sinema tarihinde anti-militarist tavrın en başarılı örnekleri arasında yer aldığını biliyor muydunuz?
Siyasal sinemanın en önemli örnekleri arasında yer alan ve işlediği konuya bağımsızlık savaşı veren bir ulusun perspektifinden bakma yürekliliği gösteren La Battaglia di Algeri (Cezayir Savaşı, 1965), dönemi Ali’nin öyküsü ekseninde ele almaktadır. Film, genç adamın Fransız askerleri tarafından tutuklanması ile başlar. Geriye dönüşlerle anlatılan öyküsünde; geçmişinde hamallık da dahil pek çok iş yapmış olan serseri ruhlu kahramanımızın, fuhuşa karıştığı iddiasıyla hapishaneye gönderilmesine tanık oluruz. Burada siyasi tutsaklarla karşılaşacak ve ‘Ulusal Özgürlük Hareketi’ üyesi olduğu için idama gönderilen bir genci yakından tanıyacak olan Ali Le Point, bu olayın ardından Cezayir halkının Fransızlara karşı verdiği özgürlük savaşımının önemli figürleri arasında yer alacaktır.
Film, kimi zaman belgesele yaslanan bir mantıkla ve yoğun bir gerçeklik duygusuyla janrın klasikleri arasına girmiştir. Nefes kesen ve her birinde büyük kalabalıkların başrolüne soyunduğu başkaldırı sahneleri, kimi terörize eylemler ve özellikle Fransız Ordusu tarafından yapılan işkenceler, yapımın en akılda kalan yanlarını oluşturmaktadır. Venedik’te ‘Altın Aslan’a değer görülerek Gillo Pontecorvo’ya uluslararası bir şöhret kazandıran yapımın, Fransa’da 20 yıla yakın bir süre yasaklı kaldığını biliyor muydunuz?
‘Amerikan Rüyası’na getirdiği muhalif bakış açısıyla yakın geleceğin en özgün yönetmenleri arasında yer alacak olan Arthur Penn, The Chase (Kaçaklar, 1966) adlı filminde, sakin görünen ama içten içe kaynayan bir Teksas kasabasını fon alır. Araba soygunundan dolayı hapiste bulunan Bubber Reeves’in tahliyesine az bir zaman kala hapisten kaçması ve bir cinayete karışması herkesi tedirgin eder. Bölgeye geleceğine kesin gözüyle bakılan Reeves’in yakalanması için tüm kasabalı seferber olmuştur. Bölge, Val Rogers adlı zengin bir petrolcünün kontrolü altındadır. Oğlunun Reeves’in karısıyla birlikte olduğunu öğrenen Rogers, peşine takılan grupla birlikte şerifin tüm itirazına rağmen kaçağın peşine düşer.
Kadrosunda Marlon Brando, Jane Fonda ve genç Robert Redford gibi muhteşem oyuncuları barındıran ve ilerici yazar Lillian Hellman’ın senaryosuna dayanan yapım, en çok içlerindeki tek masum insanı öldürmek için ortalığı karnaval alanına dönüştüren çürümüş bir toplumu betimleyen anları ile akılda kalmıştır. The Chase’in; ırkçılığı ele alan kimi sahnelerinin kesintiye uğradığını, finalinin değiştirilmesi adına Penn’e kurgudan el çektirildiğini biliyor muydunuz?
Irkçılığa karşı birleşen ‘Radikal Genç Sinemacılar’ın kült filmi The Watermelon Man (Karpuz Adam, Yön: Melvin Van Peebles, 1970); Robert Downey’nin 1969 yapımı Putney Swope‘u ile birlikte olguya tamamen ‘siyahların’ perspektifinden bakan ve onların yönetiminde çevrilen ilk filmlerdendir. Bir sigortacı olan Jeff Gerber, hayatı umursamayan, karısına karşı saldırgan ve ırkçı bir adamdır. Eşi ve iki oğluyla birlikte yaşayan kahramanımız, bir gece yatağından uyanıp aynaya baktığında inanılmaz bir olayla karşılaşır. Elleri ve yüzü simsiyahtır. Kendini temizleme çabaları da sonuç vermeyen Gerber artık bir zenciye dönüşmüştür!
Film oyunu ‘beyazların’ kurallarına göre oynamaya hiç de niyetli görünmeyen Afro-Amerikalıların çıkışını simgelemesi açısından önem taşısa da, bir çok eyalette gösteriminin engellendiğini ve baskılara direnen sinemalara, ırkçılar tarafından hasar verildiğini biliyor muydunuz?
En sansasyonel Kubrick filmlerinden olan A Clockwork Orange (Otomatik Portakal, 1971), Anthony Burgess’in aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Geleceğe ilişkin oldukça karmaşık bir altmetne sahip olan eser, suç ve ceza kavramları üzerine siyasal bir bilim kurgu denemesi olarak da nitelendirilebilir. Öykünün kahramanı olan Alex, saldırgan grubuyla birlikte ev basma, adam dövme ve tecavüz etme gibi yasadışı yollara sapmıştır. Karanlık ve acımasız bir çağın tüm özelliklerini üzerinde toplayan kahramanımız, elini kana buladığı bir gecenin sonrasında güvenlik güçleri tarafından yakalanır. Artık alışılmışın dışında bir hükümet deneyinde kobay olarak kullanılacak olan Alex, şiddetten vazgeçmesi için sevdiği Beethoven müziği kullanılarak yeniden programlanacaktır.
Beethoven’dan Rossini’ye ve Rimsky-Korsakov’a uzanan etkileyici müziklerinin yanı sıra, oldukça rahatsız edici sahnelere de sahip olan filmin, sisteme ilişkin önemli politik eleştiriler barındırdığını ve başta İngiltere olmak üzere pek çok ülkede yıllarca yasaklandığını biliyor muydunuz?
Çok iyi sorular sormasıyla üne kavuşan ve en kitlesel Andrey Tarkovski filmlerinden olan psikolojik bilim-kurgu filmi Solyaris (1972), Solaris gezegenine iniş yapan bir ekibin -bir bilim adamının gözünden- yaşadıklarını konu almaktadır. Ünlü yazar Stanislaw Lem’in romanından uyarlanan film, gezegende geçmişlerinden izler bulan insanların içsel dünyalarındaki büyük çalkantılara tanıklık eder.
Filmin, metafizik ögelerin yoğun olduğu gerekçesiyle Sovyetler Birliği’nde sansür kuruluyla karşı karşıya geldiğini ve usta yönetmenin ülkesinden uzaklaşmasına neden olacak olaylar zincirini başlattığını biliyor muydunuz?
Sidney Lumet’nin Serpico’su (1973), New York’un çürümüş polis teşkilatına keskin bir bakış atar. Kentin suça gömüldüğü 70’li yıllarda geçen film, polislik görevine henüz başlamış olan genç Frank Serpico’yu konu alır. İlk günlerinden itibaren teşkilattaki idealist tavırlarıyla dikkat çeken kahramanımız, pek çok arkadaşının aksine kirli adamlara yanaşmamakta ve rüşvetten uzak durmaktadır. Bir süre sonra bu yaklaşımı rahatsızlık yaratmaya başlar. Sorun, dürüst bir bireyin karşı çıkmasıyla çözülmekten çok uzaktır ve Serpico’nun çarkların içinde dönmediği taktirde yaşaması neredeyse imkansızdır.
Watergate skandalı sonrasının tüm çürümüşlüğünü gözler önüne seren yapımın, şaşırtıcı açılış sahnesinin yanı sıra, farklı kurgu anlayışıyla da beğeni toplamasına karşın, başta FBI olmak üzere bir çok resmi kesim tarafından protesto edildiğini biliyor muydunuz?
Pier Paolo Pasolini’nin son filmi olan Salò o le 120 giornate di Sodoma (Salò ya da Sodomun 120 Günü, 1975), sanatçının tıpkı kendisi gibi tartışmalı bir yazar olan Marquis de Sade’ın 18. yüzyılda yazdığı romanından oldukça serbest bir bakışla uyarlanmıştır. 1944 yılında Nazi kontrolü altındaki Kuzey İtalya’nın Salò Cumhuriyeti’nde kentin ileri gelenlerinden dört kişinin, 18 genç çocuğu Marzabatto yakınlarında bir lüks malikaneye getirmeleriyle başlayan film, iktidar sahiplerinin sapkın gösterileriyle devam eder. 120 gün boyunca sadist işkencelerden geçen gençlerin yaşadıkları, seyirciye 4 bölüm halinde sunulacaktır. (“Cehennemin Bekleme odası” malikaneye getirilen gençlere kuralların anlatılmasını, “Saplantılar Çemberi” gençlerin türlü erotik öykü ve fantezilerle hedefe hazır hale getirilmesini, “Dışkı Çemberi” işkencelerin adeta dinsel bir tören eşliğinde boyuta tırmanmasını ve “Kan Çemberi” kurallara uymayanların başına gelenleri anlatmaktadır.)
Bugün bile insanları irkilten dışkı yedirme ya da tecavüz gibi görüntülerle akılda kalan filmin, kimi ülkelerde en uzun süre yasaklı kalan filmlerin başında yer aldığını ve yönetmenin, filmin gösterime girmesinden kısa bir süre sonra vahşi ve nedeni halen tam olarak belirlenememiş bir cinayete kurban gittiğini biliyor muydunuz?
Yıkıcı mizah anlayışlarını Holy Grail (1975) ile kanıtlama fırsatı bulan Monty Python’un yeni yolculuğu anlamına gelen Life of Brain (Brian’ın Yaşamı, 1979), -topluluk üyelerinin inkarlarına karşın- açıkça Hz. İsa merkezli bir Mesih öyküsünü konu alır. Nazareth’li Brian, İsa ile aynı gün doğmuş ve gönülsüzce Mesih muamelesi görüp benzer bir kaderi paylaşmıştır. Roma işgali altındaki kutsal topraklarda başarısız bir direniş hareketinin öncüsü olan kahramanımız, yolculukları sırasında birbirinden komik olaylarla karşılaşır. (Saray duvarlarına yazı yazarken yakalanır ancak ceza olarak Latince kursuna gönderilir, öğüt verdiği insanların bilgelik bakımından ondan eksik kalır yanları yoktur, hatta çarmıha gerildiğinde bile hayattan öğrenecek çok şeyi olduğunu anlar!..)
Çılgınlığın ve absürdün doruk noktalarından olan filmin dini çevrelerin hışmına uğradığını ve bir çok Avrupa ülkesinde uzunca bir dönem yasaklı kaldığını biliyor muydunuz?
Sovyetler Birliği’nde 80’lerin sonlarında başlayan büyük değişim dalgasını adeta önceden gören Monanieba (Pişmanlık, Yön: Tengiz Abuladze, 1984), bir insanlık dramını ustalıkla yansıtan kara bir komedi olarak da göze çarpar. Kasabanın artık ölmüş eski bir belediye başkanı sık sık mezarından çıkarılıp ailesinin yaşadığı evin önüne bırakılmaktadır. Devlet tarafından çok sevilen ve saygıyla anılan Avaridze’nin başına gelenler gizlice araştırıldığında, eylemi bir kadının gerçekleştirdiği anlaşılır. Oysa türlü suçlamalarla karşı karşıya gelen kadının tüm bu olanları gerçekleştirmesine yol açan bazı olaylar vardır. Geriye dönüşlerle konu aydınlandıkça karşımıza Stalin döneminde yapılan bazı insanlık dışı uygulamalar çıkacaktır.
80’lerin en başarılı siyasal eleştirilerinden olan filmin, çağına tanıklık eden sinemanın yüz aklarından biri olarak Cannes’dan ödülle dönmesine karşın, Sovyetler Birliği’nde iki yıla yakın bir süre gösterime sokulmadığını biliyor muydunuz?
NOT: Konuyu Türk sineması bağlamında ele alan ve yazar kadrosu içinde Agah Özgüç, Atillâ Dorsay, Halit Refiğ, Ahmet Soner, Aziz Nesin gibi isimlerin de yer aldığı Türk Sinemasında Sansür kitabını şiddetle öneririz.