Ürettiği filmlerle yirmi yıl içinde yaşayan en heyecan verici yönetmenlerden biri haline gelen Christopher Nolan’ın 2017 tarihli Dunkirk’ü vizyonda. Önceki işleri gibi bu da herhangi bir film olmaktan öte, bir meydan okuma, bir proje. Bu seferki meydan okumanın adı “savaş filmi çekmek”, büyük bütçelerle çalışabilen her kalburüstü yönetmenin saptığı yol yani. Diğeri de genelde “süper kahraman filmi çekmek” oluyor ki, Nolan önce onu yaptı.
Dunkirk alıştığımız İkinci Dünya Savaşı (WWII) filmlerinden klişelere ve ezbere bildiğimiz savaş coğrafyası karakterlerine yer vermemesiyle ayrılıyor. Hemşireye aşık genç asker, banliyödeki evinde telefon başında bekleyen kaygılı eş, günlük hayatta kendini gösterememesine rağmen savaşta kahramana dönüşen iyi niyetli ezik erkek, babasını özleyen ya da henüz doğmamış bir kız çocuğu yok bu filmde. Kapana kısılmış, ölümü bekleyen, umudunu gelecek kurtarma araçlarına bağlamış yüzbinlerce asker var. Bu askerlerin adı, onlarla bağ kurmamıza vesile bireysel öyküleri, kahramanlık nidaları ya da kirli politik detaylar yok. Ya da belki en iyisi, hiç yok demeyelim de dozu düşük diyelim. Nolan ortak hafızamıza güvenip kendinden önce WWII filmi yapanların senaryolarını tekrarlamama yolunu seçerken, bir yandan da dejavu hissi yaratacak cümleler saçmış filminin her köşesine. Ortada pek çok karakter var gerçekte, Mark Rylance’ın vatansever yaşlı adamı, Tom Hardy’nin gözü pek pilotu, yok yere yaşamını kaybeden yardımsever genç… Nolan birçok karakter yazmış ancak onlara şekil vermemiş, derinleştirmemiş, daha önce de söylediğim gibi ortak hafızamıza güvenip saçtığı cümlelerle tabloyu tamamlama işini bize bırakmış. Sadece savaşın aksiyonu ve kadere teslim olmakla ilgilenmiş.
Er Ryan’ı Kurtarmak (Saving Private Ryan, 1998) filmi izleyeni dehşete düşüren bir savaş sahnesiyle açılır. Sonra da süresi üç saati bulan epik bir öykü sunar. Stanley Kubrick’ten Clint Eastwood’a; adı ister Vietnam olsun ister Dünya, savaş filmleri çeken yönetmenler şiddeti, dehşeti, kanı ve acımasızlığı dokunaklı öykülerle harmanlayıp mesajlarını iletmek istemişlerdir. Nolan ise tartışmaya açık bir iki cümle dışında konuşmamayı ve o bir haftada yaşananları hissettirmeyi sağlamayı tercih etmiş. Ben de izlerken genel tartışmaları (senaryo yok, karakter yok, vs.) bir kenara bırakıp, Nolan’ı yapmak istedikleri üzerinden değerlendirmeye çalıştım.
Günümüzün en etkileyici formatı IMAX ile iş birliği içinde çekilen Dunkirk’ün büyük kısmı, bu özel kameraların çektiklerini yansıtabilen geniş perdelerde tam anlamıyla görülebiliyor. Yani Türkiye’de yaşıyorsanız Dunkirk’ü çekildiği haline en yakın şekilde izleyebileceğiniz sadece 5 salon var. Bunların da en az ikisi olması gerektiği gibi değil. Ses tasarımı da bir saniye bile sessizliğe yüz vermeden, kol saati tıkırtısından bombaların patlamasına uzanan rahatsız edici ve maruz kalanı germeye yönelik şekilde hazırlanmış. IMAX salonlarının kristal netliğindeki binlerce watt’lık hoparlörleri seyirciyi klostrofobik bir atmosfere sokuyor. Uçsuz bucaksız görüntüleri tek karede sunabilen dev bir perde ve güçlü ses efektleri yönetmenin Dunkirk sahilinde hissetmenizi sağlamasına yardımcı oluyor. Peki, filmi o beş salondan birinde göremeyecek seyirci ne yapacak, kötü projeksiyon, ufak perde, kalitesiz sesle izlendiğinde bu film ne kadar etkileyici olacak? Sinema birden fazla sanat dalının bir arada kullanıldığı bir mecra ve gerçekleştirmek için yüzlerce kişi bir arada çalışıyor, bu yüzden oluşturan öğeler ayrı ayrı değerlendirilip ödül törenlerinde de kategorilere ayrılıyor. Görüntü yönetiminden, müzikten, kurgudan ya da kostümlerden ayrı ayrı sanatçılar sorumlu olduğundan bunlar üzerine ayrı ayrı konuşuluyor. Dunkirk sırtını ses miksajı ve ses kurgusuna dayadığı için, bunun tasarlandığı şekilde duyulamadığı salonlarda (özellikle de sonrasında ev sinemasında) filmin etkisini büyük oranda kaybedeceğini düşünüyorum.
Savaşı hissetmemizi, kaderi anlamamızı isteyen Nolan görüntüler konusunda ne kadar başarılı bir de ona bakalım. IMAX kameralarıyla, izole bir ortamda (New York sokaklarında, Tibet’te, Kapalıçarşı’nın damında değil, ıssız bir sahilde) üzerinde çalışılan filmin etkileyici göründüğü tartışma götürmez. Nispeten kontrollü bir ortamda tam hakimiyet ile çekildiği ortada. Nolan gibi bir yönetmenin bütçe ya da zaman kısıtlanmalarından da fazla etkilenmediği tahmininde bulunabiliriz. O halde neden bir tane bile şaşkınlıkla izlediğimiz, sinemasal gücünden hayrete düştüğümüz, ya da belki basitliğinden etkilenip tasarlayanın zekasına hayran kaldığımız sahne yok Dunkirk’te? Nolan kandan, şiddetten, karakterden ve konudan uzak durmak istediği gibi, çarpıcı sahneler çekmekten de mi uzak durdu bilinçli olarak? Gemi mendireğe doğru yan yattığında sahneyi orada kesmeyi tercih etmesiyle, uzun uzun gösterdiklerini etkileyici kıl(a)maması aynı sebepten mi? Ses bandı dışında etkileyici öğesi olmayan bir film başyapıt ilan edilebilir mi? Yoksa biz gördüğümüzün kıymetini anlayamayacak kadar formüllere gömüldük de, yıllar bizi utandıracak mı? Dahice olan Nolan’ın bilinçli eksiltmeleri mi yoksa mevcut sinema tarihinde yapılmışların üstüne çıkamayacağını bildiğinden “yapmak istemiyormuş “gibi yapması mı? Hep birlikte öğreneceğiz.