Konuşmayı başararak ulusuna önderlik etmeyi öğrenen kralın, çağımız gençliğine yeni ifade yolları açarak ‘voliyi vuran’ gencin ya da doğaya direnerek hayatta kalmayı başaran bir serüvencinin öyküsü gibi, yaşayan bir karakterin etrafında dolanan ve 2011 Oscarlarında adından söz ettirecek gibi görünen Dövüşçü nihayet gösterime girdi.
Hollywood’un boksa olan ilgisine yeni bir halka olarak eklemlenen film, yukarıda anılan örneklerde olduğu gibi “kazanan bir adamın” serüvenine odaklanıyor ve bu anlamda Hollywood’un geleneklerine bağlılık sunuyor.
Filmin konusuna kaba bir bakış atarsak: Bir zamanlar, efsanevi Sugar Ray’i yere sermesine karşın kariyerindeki düşüşü durduramayan ve uyuşturucu batağına saplanan ağabeyi Dicky tarafından çalıştırılan Micky, kalabalık ailesinin sorumluluğunu taşımaktan bunalmış durumdadır. Çabaları karşılığını bulmamakta, biraz da annesi ve Dicky’nin sorumsuzluğu nedeniyle beklediği çıkışı bir türlü yakalayamamaktadır. Yeni bir ilişkiye başlamasının ardından ‘gözleri açılan’ ve büyük bir organizasyon hatasıyla birlikte ailesinden kopmak durumunda kalan kahramanımızın önünde zorlu bir yolculuk vardır.
Konusundan da anlaşıldığı üzere, türün etkili ve bol ödüllü örnekleri Rocky (1976) ve Kızgın Boğa (Raging Bull, 1980) ile karşılaştırmamanın olanaksız olduğu bir film Dövüşçü. Yakın arkadaşı John Rambo gibi sistemin savunucusu haline dönüşmeden önceki ilk serüveninde, İtalyan Aygırı Balboa, Philadelphia’nın kenar mahallelerinde yaşam savaşı veren ve Amerikan Rüyası’ndan yavaş yavaş uyanmaya başlayan amatör bir boksördü. Bronx Boğası Jake La Motta ise o rüyayı erken yaşlarda görenlerdendi; ancak aile ilişkileri ve mafya bağlantılarına eklemlenen sinir krizleri, yaşamını kısa sürede kabusa çevirecekti. Dövüşçü’nün tanınmış yönetmeni O. Russell, bu kez İrlanda göçmeni olan bir aileyi masaya yatırırken, sözü edilen iki filmden aldığı ilhamla kamerasını Yeni Dünya’nın pek de bilinmeyen “arka sokaklarına” çevirmeye çalışıyor. Burada, sistemin kaybedenlerinin varlıklarını muhafaza edebilmek adına aile bağlarını daha sıkı dokumaya çabalarken, mahallenin çıkmaz sokaklarına dalmaktan da geri durmadıklarına (bir anlığına da olsa) tanık oluyoruz. Uyuşturucu ve şiddetle iç içe yaşayan figürlerle süslü filmin iki kahramanından Dicky, La Motta’ya yakın dururken, Micky’nin Rocky’le özdeşleştiğini söyleyebiliriz. (Kaybedenin sahiciliğininden olsa gerek, filmin en çok öne çıkan oyuncularının başında Christian Bale’in geldiğini hatırlatalım.)
Oyuncu seçimleriyle övgü toplayan ve en çok bu dallarda Oscar’a aday gösterilen filmde, iki kardeşten Micky’nin durumu, geçmişe kısılıp kalan ağabeyi kadar karmaşık ya da sorunlu görünmese de, genç adama en çok kalabalık ailenin tek otoritesi ve gayrıresmi menajeri olan anne Alice’in müdahalelerinden korunmaya çalışırken rastlıyoruz. Bu noktada, sisteme eklemlenemeyen bireylerin feodalizme sığınmalarına dair esaslı bir eleştiri beklentisine kapılmak, nafile bir çabanın ürünü gibi duruyor. Micky, sevgilisinin temsil ettiği “otoriteye tavır alan” kimlik ile annede vücut bulan “sarsılmaz güç” arasında bocalasa da, Hollywood’un klasik dönemlerinden bu yana yakamızı bırakmayan “uzlaştırıcı el” bir kez daha devreye giriyor; barış sağlanıyor, karşıt güçler kutsal bir amaç uğruna bir araya geliyor ve zafer kaçınılmaz oluyor.
Son dönemlerde ana akım sinemanın, öykünün sahici olduğunu kanıtlamak adına başvurduğu belgeselci yaklaşımın filme hakim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kurmacanın Dicky’i konu alan belgeselin çekimleri ile iç içe girmesi, sokak ya da maç sahnelerinin ele alınışı bu yönelimi destekler nitelikte. Ayrıca yaşanmış olaylardan hareketle perdeye yansıtılmaya çalışılan suç veya başarı örneklerinin kavranışında çevresel etmenlerin göz ardı edilmemesi tavrı da Gizemli Nehir (Mystic River, 2003) ve Hırsızlar Şehri (The Town, 2010)’ni anımsatacak bir düzlemde (ilkinin yanına dahi yanaşamasa da) boy gösteriyor. Buna karşın Russell’ın yalnızca “imkansızlıklardan doğan kazanma arzusu”nu resmetmekte direnmesi ve çevreyi öyküde çatı yerine aksesuar olarak kurgulaması (başka bir deyişle biçimin tersine bir anlatım modeline yaslanması) gerçekliğin zedelenmesi sonucunu doğuruyor. Sözgelimi ağabeyi de sarmalayan ve zamanla alaşağı eden çıkışsız gençliğin sorunları ya da spor sektöründe dönen dolaplar, ağza “bir parmak bal çalınarak” geçiştiriliyor, bütün bunlar rahatlatıcı formülün finalde belirmesi adına işlevsiz bırakılıyor. Peki bunun bilinçli bir tercih olarak okunması olanaklı mı? Kuşkusuz evet. Hele ki sistemin yeniden onarılması adına başarılı ve “sahici” bireylerin öyküsüne ihtiyaç duyulduğu; ama bunu “kör gözüm parmağına” yöntemlerle gerçekleştirmenin olanaksız olduğu bir dönemde… (Biliyoruz, Ateş Arabaları [Chariots of Fire, 1982] kesmez artık; ama elimizde bir kral, yeniyetme bir milyarder, çabalayarak hayatta kalan bir adam ya da “mahallenin gururu” bir boksör var ve onlar da sahici!)
Dövüşçü, genel izleyiciye istediğini vermek üzere kurgulanmış, bunu yaparken gerçekçi bir yaklaşım sergilemeyi ihmal etmiyormuş gibi duran; ancak bütün bu hengamenin ardından seyirciyi rahatlatmayı yeterince başaramayan bir film olarak ortalama bir yol izliyor ve belki tam da arzuladığı noktada, çıtanın altına düşmeden ama onu fazla da yükseltmeye çalışmayarak “makul” sonuca odaklanıyor. Formülün kıvamının ne derece tutturulduğunu Oscar gecesinde daha net göreceğiz.
Bütün bunlar bir yana; Jake La Motta’nın sinema tarihinde konuşlandığı o doruk noktasında hiç değilse bir süre daha yalnız yaşamaya devam edeceğini öngörebiliriz.
Dövüşçü
The FighterYönetmen: David O. Russell
Senaryo: Paul Tamasy, Scott Silver, Eric Johnson
Oyuncular: Christian Bale, Mark Wahlberg, Melissa Leo, Amy Adams, Jack McGee
Yapım: 2010, ABD, 115 dk.