Easy Rider fırtınasının hala dinmediği günlerde yapılmış keyifli bir röportajın geniş bir bölümünü okumak üzeresiniz. Artık aramızda olmayan usta oyuncuyu uğurlamak için en uygununu, onu en iyi yansıtan metinlerden birini sizinle paylaşmak olsa gerek diye düşündüm, umarım okuduktan sonra siz de bana hak verirsiniz…
Dennis Hopper: Asi Gençlik, Devlerin Aşkı ve 50’lerin sonundaki o sıkıcı televizyon dramalarında oynayan çok ciddi, açıksözlü ve uçuk mavi gözlü çocuk. Ne oldu acaba Dennis Hopper’a?
Olan şu: Hopper, Hollywood’a modası geçmiş sistemini neresine sokması gerektiğini söyledi, endüstri tarafından kara listeye alındı, peyote çiğnedi, esrar içti, Billy The Kid gibi giyindi, sütlü kahverengi saçlarını taramadan saldı uzattı, Peter Fonda‘yla tanıştı, perde dışında ve perdede (“The Trip”) beraber asit attılar, esaslı bir film çekebileceği konusunda ısrar etti ve “Easy Rider”la da haklı olduğunu kanıtladı; güneybatıyı motosiklet üzerinde kateden uyumsuz gençleri anlatan etkileyici bir hikaye kotardı (senaryosunu Fonda ve Terry Southern‘la beraber yazdı, başrollerden birini üstlendi, filmi kendisi yönetti ve hemen ardından 1969 Cannes Film Festivali’nde ‘yeni bir yönetmenin çektiği en iyi film’ ödülünü kazandı) ve Amerika prömiyerinde bulunmak üzere New York’a geldi. Şimdi şehrin merkezinde bir aktörler barında. Kafasında kovboy şapkası, üzerinde Meksika gömleği ve Navajo kızılderililerinin muskaları var. Bardaki hemen herkesten daha genç. Aslında 33 yaşında, ama onda kesinlikle lekelenmemiş bir şeyler var, bir dokunulmamışlık, adanmışlık, bir şeylere baş koymuşluk …
Geçtiğimiz yıl Brooke Heyward‘la 1961’de yaptığı evliliği bitirdi:
“Çünkü ‘Easy Rider’a başladığım gün, Brooke ‘boş işler peşinde koşuyorsun’ dedi ve bu hiç hoşuma gitmedi. Brooke kafa dengidir, güzel küçük bir kızımız bile var, ama birader, 15 yıldır -hayır, bütün hayatım boyunca- yapmak için beklediğim bir şey hakkında bana bunu söyleyemezsin. “
Hızlı, tuhaf bir şekilde özür diler gibi bir kahkahayla gülüyor, Irish coffee bardağının yanına parmağıyla görünmez desenler çiziyor:
“Dodge City’liyim. Dodge City’de geçen filmlerde hep koca koca dağlar görünür, ama dağ falan yoktur orda. Sadece uçsuz bucaksız buğday tarlalan, aklllara durgunluk verecek kadar düz ufuk çizgisi, inanılmaz gök gürlemeleri, beyaz gecelere benzeyen günbatımları … Her cumartesi, büyükannemle çiftliktenşehre doğru yürürdük, önlüğü taze yumurtayla dolu olurdu. Onları satar, o parayla ne film oynuyorsa onu görmeye giderdik: Ray Rogers, Gene Autry, Smiley Burnette… Ondan sonraki bütün bir hafta boyunca ben o filmi yaşardım. Bir savaş filmiyse, siperler kazardım; şövalye filmiyse, ineklere sopa sallardım. O karanlık, küçük Kansas sinemaları, o cumartesi öğleden sonraları yok mu, benim için büyük olaydı. Malum hikaye, çakıyor musun? Trenlerin nereye gittiklerini görmek isteyen Thomas Wolfe gibi, ben de o filmlerin nereden geldiklerini görmek istedim.”
14 yaşındayken, ailesi California’ya, San Diego’ya taşınmış. “Ben yaratıcıyım arkadaş” diyor, yüzü ciddi, gözlerinin içi gülüyor, “kapıldığım o büyük hayal kırıklığından dolayı: Gerçek dağları ve gerçek okyanusu ilk kez gördügümde, aman tanrım, nasıl da bozum olmuştum! Kafamdaki dağlar Rocky dağlarından çok daha büyüktü. Pasifik okyanusu benim buğday tarlamdaki ufuk çizgisiydi. Her neyse… Çok kötü bir öğrenciydim, çünkü okumayı sevmezdim. Hayatım boyunca olsa olsa sekiz tane roman okumuşumdur. Yaşamayı tercih ederim arkadaş, çık sokağa, karış hayata. Okul hayatımda münazara kazanmışlığım da vardır ama. Yazları da LaJolla Playhouse tiyatrosunda çömezlik ederdim. Old Globe tiyatrosunda Shakespeare oynadım. Ispanya’da meteliksizsen ve okulda da dikiş tutturamadıysan matador olursun, İtalya’da araba yarışçısı, buradaysa boks yaparsın ya da oyuncu olursun. Ben boks yaptım ve dayak yedim; oyunculukgeriye kalan tek seçenekti. ”
The Fifth Dimension Aquarius’dan Let The Sunshine in’e doğru geçerken, barın müzik dolabı inim inim inliyor. Müziğe dönüp gülümsüyor, yorgun garsondan kibarca bir içki daha istiyor ve bir sinema oyuncusu namzediymiş gibi anlatıyor:
“Kapısından girilemeyen stüdyolar, ilgisiz menajerler, açlıktan ölme raddesine gelme (Kapı önlerinden süt çaldım, ara sıra da portakal suyu çarpardım…), çok küçük bir televizyon rolü, önemli bir rol ve beş film şirketinden beklenmedik teklifler: İIk önce Columbia aradı ve Henry Cohn‘un kocaman ofisine götürüldüm; masasının arkasındaki duvarda, gökkuşağı gibi dizilmiş yaklaşık yüz tane Oscar heykeli vardı. Daha önce hiç Oscar heykeli görmemiştim.”
Gülerek, efsanevi Cohn’u taklit ediyor:
“Senin TV şovunu gördüm evlat, sendeki Allah vergisi, Monty (Montgomery Clift) gibi! Başka neler yaptın?’ Ona Shakespeare’den bahsettim, bunun üzerine asistanma haykırdı: ‘Bu çocuğa biraz papel verin ve onunla sözleşme imzalaym! Ama onu bir seneliğine bir eğitmene vermeliyiz, şu Shakespeare’i kafasından silmek için. O noktada Henry Cohn’a dedim ki: ‘O parayı kıvır da münasip bir yerine … ‘ Columbia’ya girmem yasaklandı. Oraya 15 sene boyunca dönmedim,
onlar Easy Rider’ı piyasaya sürmeyi kabul edinceye kadar ve o kapılardan da ancak montaja başlamak için girdim. Aklın durur!”
Warner’da işler daha iyiymiş, kısmen Jack Warner‘la hiç konuşmak zorunda kalmamasından, esas olarak da James Dean‘le çevirdiği iki film sayesinde -1955 tarihli “Asi Gençlik” ve 1956 tarihli “Devlerin Aşkı”:
“Jimmy gibisi bir daha asla gelmez, abi. Jimmy’le arkadaşlığımız, birçok insanınkinden daha yakın bir arkadaşlıktı, ama hiçbir zaman ‘hadi gidip dağıtalım’ tipi bir şey değildi. Arada bir akşam yemeği yerdik. Ayrıca herkesten önce peyote ve ota başlamıştık. 17 yildır içiyorum. Tabii, yazabilirsin, niye yazmayacakmışsm ki? Hatta, ‘Easy Rider’da içtiğimizin gerçek
ot olduğunu da belirtebilirsin. Zaten bir sefer Los Angeles’da üzerimde esrarla yakalanmıştım, ama o da başka hikaye … Her neyse, Jimmy’ye dönelim:
Aramızdaki şey, daha ziyade bir öğretmen-öğrenci ilişkisiydi. ‘Asi Gençlik’i çekerken bir gün yapıştım yakasına, ‘bak arkadaş, nasıl rol kestiğini bilmem gerek, çünkü sen en büyüksün’ dedim. Bunun üzerine o da bana, çok sakin bir şekilde neden oyunculuk yaptığımı sordu, ben de ona taşradaki hayatın nasıl bir kabus olduğunu, herkesin yapmak istediğini yapmamaktan ötürü nevrotikleştiğini, o insanlara yaratıcı olmak istediğimi söylediğimde ‘yaratıcı insanların sonu bar köşeleridir’ diyerek bana bağırdıklarını anlattım. ”
İhtiyatla etrafına bakınıyor: “Sonradan anladım ki, dedikleri yalan da değil. Her neyse, Jimmy ve ben ayrı yollardan geçtiğimizi anladık, ikimiz de nevrotiktik; nevrozumuzu, yaratarak, acıyı dışavurarak ve paylaşarak meşrulaştırmak
zorundaydık. Bu olaydan sonra, Jimmy, benim oynadığım sahnelerin çekimlerini izlemeye başladı. Onun orada olduğunu bile fark etmezdim. Iki gün sonra gelip ‘neden o sahneyi bir de böyle denemiyorsun?’ diye homurdandı. Her zaman da haklıydı. Ölümü kahretti beni. Uzun zaman kendime gelemedim. Çünkü ben kadere kısmete inanırım – yani tanrının, içlerindeki cevheri ortaya koyana dek, dahileri koruduğuna…Jimmy yönetmen olacaktı, hem de çok büyük bir yönetmen. Birçok yönetmenin sorunu, filmin sadece bir yönünü anlamalarıdır -görüntü, montaj veya oyunculuk gibi-, ama hepsini birden değil. Jimmy hepsinden anlıyordu. Yönetmenlerden direktif almayı reddetmeye başlamıştı, çünkü hepsi kötü direktiflerdi … ”
Dean’in ölümünden sonra, Dennis de yönetilmeyi reddetmeye başladı, özellikle de Henry Hathaway tarafından. 1958’de Hathaway’le From Hell to Texas’ı çekerken tartıştılar ve ortalıkta Hopper’a iş vermenin akıl kârı olmadığı yolunda dedikodular dolaşmaya başladı. Hathaway, True Grit‘te küçük bir rol için Hopper’ı yeniden çağırıncaya kadar yıllar geçti, ama Dennis bu kesat dönemden pişman değil. “O isyanı yaşamam gerekiyordu,” diyor ve haklılığından şüphe etmediğinde hep yaptığı gibi konuşması hızlanıyor: “Yoksa öğrenemezdim. Eğer bir noktada inanmadığın bir şeyi yapmayı reddetmezsen, asla büyüyemezsin ya da senden yanlış bir şey yapmam isteyen birinden daha büyük olamazsın. Ben güçlendim.”
“Hathaway, ‘sorun istemiyorum evlat, bu bir Big Duke (John Wayne) filmi ve Big Duke, ‘metod oyunculuğu’ndan anlamaz’ dediğinde, sadece başımı salladım. Artık teknik açıdan yetkin olduğumu biliyordum. Kişisel olarak da, hem Henry’nin numarasını hem de kendiminkini becerebilecek kadar güçlü olduğumu biliyordum. Arada sırada büyük stüdyolar için çaıışmamanın da avantajları var. En baştaki de, ekmek parası. Ben bunu aynen, örneğin, Rönesans döneminde Katolik kilisesi için çalışmaya benzetiyorum. Eğer büyük tavam boyamak istiyorsan, arkadaş, bir uzlaşma yolu bulmak zorundasın. “
Ama “Easy Rider”da uzlaşma yok. Dennis ve Peter Fonda, 1967’de “The Trip”te beraber oynarlarken, sonunda çöle gidip asit-trip bölümlerini kendi başlarına ve kendi paralarıyla çektiler, çünkü hiç kimse, Roger Corman dahil, buna zaman ve para harcamak istemedi. Dennis yönetti; bir süredir profesyonel fotoğrafçılık yapıyordu, “The Trip” onun ilk yönetmenlik denemesiydi. Hemen kaptırdı kendini, ama kimse Hopper ve Fonda’nın girişimlerini desteklemeye niyetli değildi. Ikisi de başkalarının motosiklet filmleriyle uğraştı: Peter’ın The Wild Angels‘ı (Vahşi Melekler) milyonlarca dolar hasılat yaptı, Dennis’in The Glory Stompers‘ıysa en azından kâr etti:
“Peter ve ben, parasal destek bulmanın tek yolunun bir motosiklet filmi yapmak olduğuna karar verdik. Ama ‘farklı’ bir motorsiklet filmi. Bir gün, Peter sabahın üçünde beni aradı, kafasının kıyak olduğunu, gitar çaldığını ve aklına bir fikir geldiğini söyledi. Fikir ‘Easy Rider’dı. Şansımızın dönüşüyse, Beri Schneider ve Bob Rafelson’ln filmin yapımcılığını üstleneceklerini söylemeleriyle oldu. Dizginleri tamamen bize bıraktılar. Sadece ‘gidin, işinizi yapın, sonra gelin, gösterin’ dediler. Biz de yaptık, abicim. Mardi Gras sahneleri dışında, motosikletlerimizle Batı’yı baştan başa katettik ve başımıza gelen olaylan sırayla çektik.”
KAYNAK: