İhsan Oktay Anar’ın 2005 tarihli kitabı Amat’la bu iki birbirinden ilgisiz insanla yakından ilgili! Neden olmasın ki? Amat’ın “döngüsel zaman” kavramını benimseyen bir şekil ortaya koyduğunu ve bu kavramda da her şeyin her şeyle ilintili olduğu prensibinin esas olduğunu düşünürsek, çağrışım alternatiflerimiz sonsuz…
“İşte, zaman döngüsel olduğu için sadece geçmişi değil, geleceği de hatırlamak da mümkündü. Kısacası hatırlama ile kehanet aynı şeydi.”
Amat sf. 115
Aslında sayfalar dolusu uzunlukta olabilecek bir inceleme yazısı bu. Ama kitabın tüm gizemini açık ederek Amat’ın cazibesini zedelememek için haddinden fazla kısa tutacağım yazımı. Amat’ın bana yaptırdığı hoş çağrışımlardan inşa edilen bu yazı belki kitabı okumayanlar üstünde gereken etkiyi göstermekte biraz aciz kalacak ama kitabı okumuş olanlar için de bir tür “kültür cimnastiği” olacak.
18. yüzyıl İngiliz edebiyatının en önemli simalarından ve o döneme damgasını vuran romantik akımın temsilcilerinden olan Samuel Taylor Coleridge eserlerini çoklukla o yıllarda reçetesiz satılan “afyonruhunun” etkisinde yazmış olsa da, otoritelerin mükemmelliyetinde fikir birliği ettiği eserler ortaya koymuştur. Mesela The Rime of the Ancient Mariner (Yaşlı Denzcinin Türküsü) romantik akımın sırabaşı eseri, dünya tarihinin ise deniz hakkında yazılmış en güzel, en yaratıcı şiirlerinden biri. Bu öykü-şiirde yaşlı bir denizci başına gelen olayları kendi ağzından anlatır. Öykü aynı zamanda ilreki zamanlarda Edgar Allen Poe’nun bir mücevher gibi parıldayacağı gotik edebiyat akımının da ilk kıvılcımlarını taşımaktadır. Bu nispeten gotik eser aynı zamanda mistisizm ve doğaüstü unsurlar da barındırmaktadır. Bu cümleyi noktasına virgülüne dokunmadan Amat için de kullanabiliriz. Mekan olarak denizi ve bir gemiyi seçen bu iki eser arasındaki ortaklıklar bu saydıklarımızdan ibaret değildir üstelik.
Coleridge’in ölümsüz şiirinin kahramanı yaşlı denizcinin anlattığına göre her şey bir deniz yolculuğunda meydana gelmiştir. Gemileri Güney Kutbu’na vardığında yoğun bir sis ve buzullarla çevrelenir, rüzgar kesilir. Hiçbir canlının yaşamadığı bir diyarda mahsur kalmışlardır. Derken bir albatros sisi yarıp gemiye konar. Bu uğurlu kuş sayesinde buzullar yarılır ve yelkenler ansızın çıkan rüzgarla canlanır. Ama yaşlı denizci hiçbir anlam yüklenmeyen bir hareket yapar ve albatrosu ok atıp öldürür. Bu hareket onun lanetlenmesiyle sonuçlanır. Geminin diğer sakinleri başlangıçta suçlarlar denizciyi, hatta günahını hatırlatsın diye öldürdüğü albatrosu boynuna asarlar. Ama gemi düze çıktığında ona hak verip, yaptığı hareketi överler. Böylece hepsi lanetten nasibini alır. (Tayfanın neyin iyi, neyin kötü olduğu konusundaki bu kararsızlıkları ve döneklikleri Amat’da da sık rastlan bir durumdur.)
Amat adlı kalyon, yaşlı denizcinin gemisiyle pek çok özelliği paylaşır. Her şeyden önce Amat da lanetli yolcular taşımaktadır. Bir albatros öldürmemişlerdir ama lanetlenmek için gerekeni yapmıştır her biri. Amat’ta, albatrosun yerini, hikayede aynı önemi ve işlevi taşımasa da, bir baykuş alır ama farklı olarak kimse öldürmez uğursuz sayılan bu baykuşu.
Yaşlı denizcinin gemisinin kaderi denizin ortasında terk edilmiş başka bir gemiyle karşılaştığında tam olarak şekillenir. Tamamen boş olduğu söylenemez bu geminin, iki sakini vardır. Ölüm ve yaşamda- ölüm. Gemidekilerin yaşamı için zar atarlar. Yaşlı denizciyi yaşamda-ölüm, geriye kalan denizcileri ise ölüm kazanır. Denizciler teker teker ölmeye başlarlar, yaşlı denizci çaresizlikle izler olan biteni.
Zarlar Amat’ın hikayesinde de önemli bir rol üstlenirler ve gemidekilerin korkunç kaderinin en önemli göstergesi halini alırlar. Fal bakmak amacıyla atılan zarlar her seferinde aynı gelmektedir.
Amat’ın ana karakteri Süleyman Reis’i yaşlı denizciyle özdeşleştirmek mümkün. Zaten diğer suçları bir yana, esas olarak ölümsüz olma arzusu yüzünden lanetlenen Süleyman Reis de yaşlı denizci ile benzer bir kaderi paylaşır.
Zaman dediğin döner durur mu?
Tarihteki din ve felsefe gibi düşünce ve inanç sistemlerine baktığımızda telem olarak iki zaman anlayışının benimsendiği görülür. Geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği düz bir çizgi üzerine yerleştiren çizgisel zaman anlayışı. Bu anlayışta başlangıçtan ve bir sondan söz edilebilir. Bektaşilikte de benimsenen döngüsel zaman anlayışında ise bir devamlılık ve tekrar söz konusudur. Basit anlamda “ettiğini bulduğun” bu kader anlayışında her şey her şeyle ilintilidir. Gerçekleşen her olayın er geç bize de etkisi olacaktır. Kendimizi çevremizdeki bitki olsun, hayvan olsun diğer varlıklardan soyutlamamız mümkün değildir. Amat’ın tayfası için bu inanışlar gerçek oluyor. (Zaten Amat “gerçek” anlamına geliyor.)
Amat biçimsel ve içeriksel anlamda bu anlayışla şekillenmiş bir roman. Zamanın ele alınışı tıpkı bir David Lynch filmdeki gibi karmaşık ve döngüsel. Ünlü Hollywood yönetmeninin Kayıp Otoban filmi buna güzel bir örnek teşkil eder. Film, ana karakterin evinin kapısının çalınmasıyla başlar. Kapıyı kimin çaldığını göremez adam. Bu aynı zamanda filmin finalidir aslında. Ama bu kez kamera dış kapıyı gösterdiğinden kapıyı çalanı görürüz. Filmin başında evin içinde olan ana karakter kendi kapısını çalmaktadır. Buna benzer bir zaman paradoksu Amat’da da karşımıza çıkıyor. Döngüsel zaman kavramı Amat’da şu cümlelerle anlatılıyor;
“Fisagorculara göre zamanın sonsuz olmasının yegane yolu onun döngüsel olmasıydı. Risalede bu bahsi izah etmek için şöyle bir örnek verilmişti: Sözgelimi Amr, belli bir tarihte doğup zamanla büyüdüğü vakit Zeyd ile arkadaş olduktan sonra, arkadaşına ihanet ederek onun tarafından öldürüldüğünde, zaman döngüsel olduğu için tekrar doğacak, yine Zeyd ile karşılacak, yine ona ihanet edecek ve yine öldürülüp yine doğacaktı. Bu döngü sonsuza kadar sürecekti. İşte, zaman döngüsel olduğu için sadece geçmişi değil, geleceği hatırlamak da mümkündü. Kısacası hatırlama ile kehanet aynı şeydi. Öte yandan, filozof Aristatalis gözler nasıl ki ışığı ve kulaklar da sesi algılıyorsa, hafızanın da zamanı algıladığını ileri sürmüştü. Müridinin yazdıklarına bakılırsa, İbni Parmen de hafızanın, tıpkı göz ve kulak gibi bir duyu organı olduğunu söyler gibi görünüyordu. Bununla birlikte hafıza geçmişi ve geleceği de algılamaktaydı.”
Hollywood’ta bir Süleyman Reis…
Söz Hollywood’tan açılmışken, Russel Crowe’un oynadığı, Peter Weir’ın yönettiği Master and the Commander: The Far Side Of The World (Dünyanın Uzak Ucu) adlı filmi de analım burada. Çünkü o filmde de peşlerine takılan Fransız kalyonundan kurtulmak için aynı olmasa da, benzer bir taktik uyguluyor. Geminin gece yakılan kıç feneri ile ilgili bu taktik. Bir diğer çağrışım ise Crowe’un canlandırdığı Kaptan Jack Aubrey’nin keman merakı. Aynı merakı Amat’ın kaptanı Diyavol Paşa da paylaşıyor çünkü.