Ben-Hur (1959, William Wyler), Cleopatra (1963, Joseph L. Mankiewicz), Casanova (1976, Federico Fellini) gibi klasik filmlerden; Gangs of New York (2002, Martin Scorsese), Life Aquatic with Steve Zissou (2004, Wes Anderson) gibi yeni dönem filmlere kadar yaklaşık 3000’den fazla yapıma ev sahipliği yapan İtalyan Cinecittà Stüdyoları‘nı geçtiğimiz aylarda turalayıp görme fırsatı yakaladık, yarı hacı olduk. Stüdyonun tarihini elden geçirip gezi üzerine birkaç not yazmak farz oldu haliyle.
İtalya’nın Roma şehrinde 40 hektarlık bir alana yayılmış Cinecittà Stüdyoları, 1937 yılında Faşist Parti lideri Benito Mussolini ve Sinematografi Genel Müdürlüğü’nün (İktidarın sinemayı kontrol etmek için oluşturduğu bir kurum) başındaki Luigi Freddi tarafından kuruluyor. Tahmin edileceği üzere stüdyonun kuruluş amacı, sinema sanatını faşist ideolojinin hizmetine sokmak. Stüdyonun o dönemki sloganı da bunu destekler nitelikte: “Sinema, en güçlü silahtır”.
Stüdyo, film yapımında senaryo yazımı, oyuncu seçimi gibi hazırlık evrelerinden post prodüksiyon aşamasına kadar tüm süreçleri içine alacak biçimde tasarlanmış. 1939 yılında yerli yapımlara öncelik tanıyan (ve tabii yabancı yapımların ülkeye girişine ambargo koyan) Alfieri yasasının da desteğiyle, stüdyoda altı yılda 300 kadar film üretilmiş. Telefoni Bianchi (Beyaz Telefon) adı verilen bu filmler, zamanın toplumsal gerçekliğini yansıtmaktan uzak, varlıklı sınıfların mükemmele yakın yaşamlarını konu alıyor. 1943 yılında Naziler, İtalya’yı işgal ettiklerinde stüdyoyu yağmalıyorlar. Prodüksiyon tesisleri geçici olarak Venedik’e taşınıyor ama Cinecittà savaş sonuna dek müttefik kuvvetlerin bombalarına hedef oluyor.
1945 – 1947 yılları arasında stüdyo, mülteci kampı olarak kullanılıyor. Amerikan film şirketlerinin ucuz maliyetli yapım tesisi arayışı, Cinecittà’nın yüzünü güldüren dönüm noktası oluyor ve 1950’li yıllardan itibaren stüdyoda pek çok önemli filme imza atılıyor. Bu filmler arasında; Quo Vadis (1951, Mervyn Loy), Roman Holiday (1953, William Wyler), Ben Hur (1959, William Wyler), Cleopatra (1963, Joseph L. Mankiewicz), The Pink Panther (1965, Blake Edwards) ve Once Upon a Time in the West (1968, Sergio Leone) var. Burada Federico Fellini’nin ismini ayrıca zikretmek lazım ki yönetmenin neredeyse tüm filmleri Cinecittà’da çekilmiş. Elbette Antonioni, Rossellini, Visconti, Pasolini, De Sica gibi büyük İtalyan yönetmenlerin de Cinecittà tezgahından geçmişlikleri var ama hiçbirinin Fellini kadar yaşamsal bir bağı yok stüdyoyla. 1990’lı yılların ortasında Cinecittà iflasın eşiğine gelince özelleştirilmiş. Bugün stüdyo, film yapım şirketlerinin daha az maliyetle film çekebildikleri Doğu Avrupa ülkelerine yönelmesi yüzünden yine mali bir krizin eşiğinde ve bu devasa tarihin üzerinde eğlence parkı, spa ve otel yapılması gibi fikirler gündemde.
Belki de son günlerini yaşayan Cinecittà’nın bir kısmı, 31 Mart 2012 tarihine kadar “Cinecittà Shows Off” adlı etkinlik çerçevesinde gezilebiliyor. Yolumuz bir şansla oralara düştü. İkircikli adımlarla evden çıkıp metroya atladık ve soluğu Cinecittà’nın kapısında aldık.
Girişte biletlerimizi alıp hemen içeri doğru seyirtiyoruz. Arkamızdan görevliler bize bir şeyler anlatıyor ama söylenenleri dinlemeden “si, si” diye savuşturuyoruz ve kendimizi stüdyonun geniş bahçesine atıyoruz. Ne göreceğimizi, hangi yolu takip edeceğimizi bilmesek de turistik ve sinematik içgüdülerimizle birileri yolumuzu kesene kadar devam etmeye karar veriyoruz. İlk durak tereddüte yer bırakmayacak biçimde karşımızda zaten. Fellini’nin Casanova’sının meşhur heykeli önündeki bina bizi bekliyor.
İçeride farklı odalara açılan dar ve uzun bir koridorun, dört bir yanına stüdyoda üretilen filmlerden kareler yansıtılmış. Bu bölümdeki her bir odada, başlangıcından itibaren bir filmin tüm aşamalarına şahit oluyoruz. Kostümler, sahne tasarımı, oyuncu seçimi, montaj, özel efekler vs. Odaların bazılarında stüdyonun tarihinden önemli eşyalar eksik edilmemiş. Kostüm bölümünde, Dirk Bogarde, Anita Ekberg, Marcello Mastroianni’nin giydiği orijinal film kostümleri sergileniyor örneğin. Stüdyonun çalışma biçimi konusunda epey aydınlatıcı bir sergi olmasına karşın, beklentimiz daha tarihsel olduğu için buradan çıkıp yan taraftaki binaya geçiyoruz. Umduğumuzu fazlasıyla buluyoruz doğrusu. Bir zamanlar stüdyoda çalışmış oyuncu ve yönetmenlerin fotoğraflarının yanından geçip Fellini’nin stüdyoya dair düşünce ve anılarını anlattığı sinevizyon gösterisinin önünde, yapım aşamasındaki stüdyonun mimari planlarını ve çizimlerini, o dönemki iktidarın elinden çıkan resmi belgeleri, açılış fotoğraflarını ve bazı filmlerden orijinal senaryoları ve kamera arkası fotoğraflarını buluyoruz. Burası serginin en uzun süre vakit geçirdiğimiz alanlarından biri. Diğer odada şimdi her biri yıldız kategorisinde yer alan oyuncuların deneme çekimlerini izliyoruz. Brigitte Bardot, Sophia Loren, Claudia Cardinale gibi efsanelerin yanı sıra Valeria Golino, Ricardo Scamarcio gibi son dönem oyuncuların deneme çekimleri, arada bir tuhaf bir duyguyu su yüzüne çıkarıyor. Bir zamanlar Banu Alkan’ın çıplak sesini herkesin önünde dinletip kendince alaycı bir intikam arayışına giren Kadir Tapucu’yu anımsıyoruz istemeden. Tabii Cinecittà’nın koskoca sergide böylesine kötü niyetli hınzırlıklar yapacağını düşünmek oldukça saçma. Serginin bu ayağı da böylece sona eriyor.
Hepsi bu kadar mıydı? Öyle ya, kocaman bir alanda tüm günümüzü harcamak üzere gittiğimiz yerde, iki küçük binaya girip çıkıyoruz ve gezilecek başka bir yer gözükmüyor ortalıkta. Cinecittà’nın meşhur sahne dekorları nerede? Neden kimse bir yol işareti koymayı akıl edememiş? Kızıyoruz. İşi inada bindirip etrafta birkaç serbest tur atalım diyoruz. Belki kaçırdığımız bir şeyler var. Girişin batı kanadında irili ufaklı evleri gözümüze kestirip oraya doğru yöneliyoruz. İşte dekorlar! Ama bu dekorların da Rai Uno televizyonunda 1998’e kadar yayınlanan İtalya’nın meşhur dizilerinden A Doctor In The Family‘ye ait olduğunu öğreniyoruz yolda rast geldiğimiz tabeladan. Hayal kırıklığı devam ediyor ama ne yalan söyleyelim hayatımızda ilk defa sahne dekoru neye benziyormuş onu görüyoruz. Müstakil banliyö evi cepheleri biçiminde tasarlanmış yapıların içinde görecek bir şey yok, çünkü içi yok. Kapıdan sonrası tahtadan bir duvar sadece. Dekorlar metruk vaziyette ve yer yer kırılmış, delinmiş. Cepheyi ayakta tutan arka kısım ise çöplüğü andırıyor. Bir şekilde sergiye dahil olmasına rağmen, bu alanın bakımsız bırakılması insanda merak uyandırıyor.
Elimiz boş, klasik filmlerin setlerini göremeyeceğimiz düşüncesi içimizde büyüyerek dolanmaya devam ederken biraz ileride büyük prefabrik binalar görüyoruz. Birisi bizi engelleyene kadar gidelim o zaman. Elimizi kolumuzu sallaya sallaya bariyerleri geçip 3 – 5 adım atmışken bir bey amca arabasından inip “Geri dönün, burası ziyaretçiye kapalı!” diye uyarıyor bizi. Paramızın hakkını alacağız ya, adama dayılanıyoruz Türk usulü. Bir “Kimse bize giremezsiniz demedi! Yol var, yürüyoruz arkadaşım,” diyoruz; bir “Senin stüdyonun meraklısı değiliz” diye burnumuzu havaya kaldırıyoruz. Ama adam yemiyor bir türlü, Sonra da güvenlik görevlileri geliyor. Amcaya “Çıkışta bekliyoruz sinyor” diye kaş-göz işareti yaparak çıkıyoruz yasak bölgeden. Civarda akbabalar misali dönüp dururken bir grubun bariyerlerden güle oynaya geçtiğine şahit oluyoruz. Takılıyoruz peşlerine. Güvenlik görevlisi bu kez “Siz de gruptan mısınız?” diye soruyor. “Evet, evet. Elbette,”. Grubun yanına doğru koşuyoruz. Başlarında bir rehber, stüdyonun tarihinden başlıyor anlatmaya. Girişte gördüğümüz, bize bir şeyler söylemeye çalışan görevli bu. İşin aslı çıkıyor meydana. Kadıncağız stüdyo yerleşkesindeki kalıcı setleri, sadece her saat başı rehber eşliğinde gezebileceğimizi söylemeye çalışıyormuş. Zararın neresinden dönersek kârdır. Boşa dolandığımız bir saati sineye çekiyoruz ve rehberin önderliğine bırakıyoruz kendimizi.
Geniş bir caddeye girip Martin Scorcese’in Gangs of New York filminin setiyle başlıyoruz yolculuğa. Bu yapılar da dışarıda gördüğümüz setler gibi bakımsız kalmış, tabelaların bazıları sökülmüş ya da kırılmış. Yine de muazzam bir dekor işçiliği gözlerden kaçmıyor. Yakın zamanda çekilmiş birkaç filmin setinden sonra Cinecittà’nın içindeki en büyük cevher sökün ediyor önümüzde. Roma imparatorluğu dönemini anlatan bir çok filmde kullanılan yapıların ve sokakların kopyaları, şehrin tarihini yeniden canlandırmak üzere hazırda bekliyor. Bugün Roma şehrinin merkezinde kalıntılarını gördüğümüz Forum Romanum, şimdi ayakta olmayan binalarıyla birlikte inşa edilmiş burada. Binaları orijinalleri gibi taş ve mermerden malzemelerle kurmak ayrı bir medeniyet kurmak anlamına geleceğinden, akıllıca bir buluşla birkaç insan ağırlığı taşıyabilecek polyester köpük kullanılmış. Dev taşlardan oluşan yollar çimentodan yapılmış. Çıplak gözle görebildiğiniz bu ayrıntıları, sinema perdesine yansıyan görüntülerde ışık oyunlarının sayesinde farkedebilmenize imkan yok. Meydanın anıtsal yapıları dışında sokaklar ve onların etrafını saran evler, çeşmeler bütünlük açısından özellikle hayran kaldığımız yerlerdi. Forum Romanum’da bulunan yapıların tamamı hiçbir zaman aynı anda çekilmediğinden (daha çok yeri geldiğinde kameranın kısım kısım kullandığı yerler olduğundan) sıra Roma sokaklarına geldiğinde genel görünüm ve incelikli işçiliği daha etkileyici bulduk. Turun sonuna geldiğimizde yüzlerce fotoğrafla yükümüzü almış ve muradımıza ermiştik.
Sinema tarihinin büyülü kokusunun buram buram hissedildiği, bir dönemin sinema devinin kapanma noktasına geldiğini duymak üzüntü verici. Ünlü oyuncu Roberto Benigni Cinecittà’nın kapanma haberiyle ilgili “Burası bizim hafızamız. Kendi tarihimiz. Tarihi nasıl kapatabilirsiniz?” diye veryansın etmiş. Ne denebilir ki? Hafıza-i beşer, parayla malûldur.