Güney Kore’nin yakın tarihinde yeri olan askeri diktatörlük döneminde gerçekleşen, tenhada yakaladığı genç kadınlara tecavüz edip öldüren bir seri kâtilin cinayetleri üzerine kurgulanan Cinayet Günlüğü (Salinui Chueok / Memories of Murder)’ın konusu, gerçeklere dayanmaktadır..
Aslında film, bu iğrenç cinayetleri ve katil zanlılarını fona alarak -daha ziyâde- mevcut siyasi rejimle, polislerin dünyasıyla ve de onların çalışma şartlarıyla ‘yâkinen’ ilgilenmeyi tercih ediyor..
Sayıları her geçen gün artan cinayetler ile ilgili ele geçen deliller yetersiz olup, olaylarla ilgili bazı ortak yönlerse dikkat çekicidir.. İllâki yağmurlu bir gecede işlenen cinayetlerde kurbanlar hep belli bir şekilde bağlanmakta, işkence görmüş bu kadınların cesetleri daha sonra, boş arazilerde, tarlalarda ya da su kanallarında bulunmaktadır.. Ayrıca, bir radyo kanalına birinin yaptığı istekle de, o meşum gecelerde hep aynı şarkı çalınmaktadır..
Başlıca yöntemleri kaba kuvvet, işkence olan ve açılan dosyaları bu yolları kullanarak, kısa sürede kapatma peşindeki alaylı ve de taşralı iki dedektif, bildikleri bu usullere uygun araştırmalarına başlamışlardır bile.. Soruşturmaya yardımcı olmak için Seul’den gelen, akademili bir dedektif de onlara katılır.. Bu takviyeli ekibin bütün çabaları, geride hiçbir iz bırakmayan ‘gerçek’ kâtilin yakalanmasını mümkün kılamaz..
“Yönetmen Bong, kendini ve sinemasını pek ciddiye almıyor gibi görünse de seyirciye tüm ciddiyetiyle öyle sapasağlam bir sinema yapıtı sunuyor ki; hayran olmamak ne mümkün!”
Güney Koreli yönetmen Joon-ho Bong‘un 2006 yılında yaptığı filmi Yaratık (Gwoemul)‘ın mükemmelliğini gördükten sonra yazdığım yazının sonunu böyle getirmişim..
O film sonrası, hep aklımda olduğu halde bir türlü izleyemediğim, daha önce çektiği Cinayet Günlüğü için kısmet, İstanbul Film Festivali‘neymiş dostlar.. Ki o gün, hıncahınç dolu Beyoğlu Sineması’nın perdesinde, başlangıcından gelişimine, komedi ve gerilimi birbiriyle yarıştırarak muazzamlaşan, final öncesini ve de sonrasını dramın en âlâsıyla zirveye çıkaran bir başyapıttı gördüğüm..
Behzat Ç. : Bir Mütevazı Devrim
Yalnız benim asıl değinmek istediğim, ara başlıkta gördüğünüzde sanırım sizin de ilginizi çeken Behzat Ç. mevzusuna gelince..
Türk televizyon dizileri tarihi açısından ‘bir mütevazı devrim’ olarak nitelendirdiğim Behzat Ç. hakkındaki özet görüşüm şudur: “Polisin en gerçeği, polisiyenin en haysiyetlisi, komedinin de en ince kalitelisi -bitmedi- hayatın en derinde atan damarına dahi dokunmakta mahir, bir yaman dram.”
Fark ettiğiniz üzre- hayranlığımı inkâr edemeyeceğim bir diziden bahsediyoruz.. Vaziyet buyken, kendisine bazı yakıştırmalar yapmamın ya da herhangi bir filmde ondan izler görmemin tuhaf ya da sürpriz bir tarafı da yok sanırım..
Demek istediğim, Koreli filmimizle, yerli dizimiz arasında kurduğum bu ilişki -işbu nedenlerle- belki de bir zorlama olarak görülebilir.. Lâkin bana hiç mi hiç öyle gelmiyor..
Neyse ben derdimi anlatayım da siz ona göre kararınızı verin artık..
Kore-Ankara Hattı
Filmin -bizzat kahraman ya da dizi olarak- Behzat Ç. ile birebir bir benzerliği yok elbette.. Fakat, dizideki kahramanların davranışlarının ortalaması ile filmdekilerin ortalamasında görülen bir benzerlikten bahsetmek mümkün..
Kore’nin -yirmi beş yıl kadar önceki- politik ve toplumsal şartlarıyla, insanlarının çoğu davranış şekillerinin Türkiye ile benzerliği, benim bu çağrışımıma en büyük temeli sağlıyor aslında..
‘İnsani’ benzerlik olarak- cesetlerin bulunduğu yerlere, çocuklar başta olmak üzere tüm halkın, büyük bir merakla hücumunu ve dolayısıyla olay yerindeki olası kanıtların tahrip olmasını gösterebilirim..
Tabii ki en mühim benzerlik, baş parmağı, işaret parmağı ile orta parmağın arasına sokmak suretiyle yapılan ‘nah çekme’ hareketinin, gözümüze sokulmasıydı.. Bu güzide iletişim şeklinin Kore’de de aynen kullanıldığını görmek, mutluluk vericiydi..
Bütün bunların yanı sıra, filmi izlerken kafama takılan ‘asıl’ benzerlikleri, aklımda kaldığınca sıralarsam, ne demek istediğimi belki daha iyi anlatmış olurum..
Cinayet büronun hiç de düzgün olmayan hâli.. Lümpenvâri dedektiflerin, bu bürodaki yemek yeme, yan gelip yatma dahil, alabildiğine rahat hareketleri..
Telefonlara bakan, hatta soruşturmaların ilerlemesine yardımcı olmaya çalışan bir kadın polisin varlığı..
Dedektiflerin, şefleriyle olan kâh samimi, kâh problemli ilişkileri..
Dışarda ele geçirilen ya da sorgulanan zanlılara yönelik olarak uygulanan -en hafif tabiriyle- kaba davranışlar.. Ve elbette, ‘uçan tekme’ dahil, her nevi tokatla, yumrukla, yâni ‘allah ne verdiyse’ girişmenin, iç ferahlatan hâlet-i ruhiyesi..
Sürekli bira yuvarlayan dedektiflerin -mesai dışında- kafayı çektikleri, dans edip eğlendikleri ve konsomatrislerle takıldıkları, âdeta bizdeki pavyonların Kore şubeleri..
Sevgilisinin kucağında yatan komiser sahnesi!
Dedektiflerin aldığı çük kadar maaşlarla ancak oturabildikleri, varoşvâri evler ve kâtilleri ararken dolaşılan -hiç yabancılık çekmediğimiz- gecekondu mahalleleri..
Bütün bu benzerlikleri benim hezeyanım olarak gördüyseniz eğer canınız sağolsun, size diyecek lafım yok..
Yalnız o değil de, Behzat Ç.‘nin yazarı Emrah Serbes‘in bu filmle olan -varsa eğer- ilişkisini, doğrusu ben çok merak ediyorum.. Kendisini ilk gördüğümde ona bu soruyu sormak, boynumun borcudur..