“Ben şahsen televizyonu çok eğitici buluyorum. Biri ne zaman televizyonu açsa, ben diğer odaya gidip kitap okuyorum çünkü.”
Groucho Marx
Cep telefonum acı acı çaldı. Belki de o sırada yediğim çiğköftenin acısıydı bende bu hissiyatı yaratan. Ali Murat Güven vardı hattın ucunda. Hayattaki en dinibütün dostum ve bu dünyada benden daha kızgın olan tek adam.
“Hadi gidiyoruz,” dedi. “Nereye,” dedim. “Kanaltürk’e tartışma programına,” diye yanıt verdi. “Mevzu ne?” diye sordum. “Şanslı Masa,” dedi. “Kamera şakaları toplumun dengesini bozuyor mu, değerlerine zarar veriyor mu?” Şaşırdım. “Ne işim var abi benim orda?” diye hafif yollu çıkıştım. “Seyretmiyor musun sen?” diye sordu. “Neredeyse her bölümünü… Ama hanımı Burhaniye’ye uğurlucam akşam. Neyse sen ver numaramı kanaldaki elemanlara, arasınlar bir konuşalım.”
Telefonu kapadıktan sonra düşündüm. Ayağım çekmiyor ama o her zamanki zorunluluk duygusu. Liboşlardan bize fırsat kalmıyor, tek tük böyle fırsatlar çıkınca da değerlendirmek lazım sanki, kendim için değil, Ters Ninja’yı duyurmak için, yazılarımızın daha fazla okunması için. 2 kişi orda görüp beni ya da tişörtümü, ardından kimmiş diye google’layıp siteden, yazılarımızdan haberdar olacaksa çıkmam gerekiyor oraya. (Eskiden sırf memlekettekiler görsün diye çıkardım ama artık onlar da alıştı beni “yalan kutusu”nda görmeye, zaplıyorlardır bile artık beni.) Ayrıca kendime has bir iki fikrimi birilerine duyurma fırsatını tepme hakkım var mı, ona da emin değilim.
Araba geldi aldı beni evden kanala götürdü. Neşter adlı bir programmış. Bizden önce başka bir konu ve konuk var. Doğruyu söylemek gerekirse bizim orada konuşacağımız mevzudan 10 kat, hatta belki 100 kat daha önemli bir şeyi konuştular. Adamcağızın biri kalp krizi geçiren ağabeyinin nasıl hastane kapılarında can verdiğini anlatıyor. Birbirine yakın üç hastanede doktor yok diye hastayı bekletiyorlar dışarıda. Hasta beş saat can çekişiyor çimlerin üstünde ve rahmetli oluyor.
Biz sıramızı beklerken konuklardan biri olan ünlü Türk şakacısı Çetin Çiftçioğlu biraz önce gittiği WC’den döndüğünde “Tuvalette yanık kokusu var,” diyor. Danışmayı arıyor telefonla haber veriyor. Danışmadaki ona soruyor. “Kime haber verelim?” Çiftçioğlu bir şeyler söylüyor dalga geçer gibi kapatıyor telefonu. Danışmadaki kişi bir yangın durumunda ne yapacağını, kime haber vereceğini bilmiyor. Çetin Ağabey aramak yerine danışmaya gitse acaba danışmadaki inanır mı ona diye merak ediyorum. Düşünsenize… Şakacıların Efendisi gelmiş “Aşağıda yangın var!” diyor.
20 dakika kadar daha sohbet ediyoruz. Stajyer kızımız yanımıza gelip az sonra bizi stüdyoya alacağını tebliğ edince ben de hacetimi göreyim diye tuvaletin yolunu tutuyorum. Ama o da ne tuvaletin kapısından dumanlar çıkıyor. Bir temizlik elemanı, bir işçi annaneden kalma usüllerle müdahale ediyorlar olaya. İtfaiyeyi arasanıza diyorum. İşçi kardeşim aval aval bakıyor suratıma, sonra bir yanıt bile vermiyor.
Ben ordaki telefona sarılıyorum ve danışmadaki hatuna “Buradaki tuvalette yangın var,” diyorum. “Yangın mı?” diyor. “Evet,” diyorum. “İtfaiye çağırın.” Birazdan stüdyoya gireceğim ve Türk usülü müdahalelerle söndürülmeye çalışılan bir yangının (çevrede yangın söndürme tüpü görmedim, kimse de öyle bi şey getirmedi, tek yaptıkları içine su doldurmak üzere tuvaletteki çöp tenekesini boşaltımak oldu) büyümesi yüzünden hayatımın tehlikeye girmesini istemiyorum. Bugüne dek iki yangından sağ çıktım, üçüncü bir maceraya hiç ihtiyacım yok çünkü.
Öyle böyle söndürülüyor yangın, nerden çıktığını söylemiyorlar, belki de bilmiyorlar. Biz stüdyoya giriyoruz. Yayın başlıyor. Sunucu arkadaş saygısından dolayı ilk sözü Çetin Çiftçioğlu’na verip bir yanlış yapıyor. Çünkü orada bulunma nedenimiz, kprogramın tanıtım fragmanlarında kendi söyledikleri gibi, Uz. Psikolog Mehtap Kayaoğlu’nun Şanslı Masa konusunda yazdığı bir yazı. Aynı zamanda bir televizyoncu olan Kayaoğlu’nun son dönemde şirazeyi kaçırdığına benim de katıldığım Şanslı Masa’da çol ileri gidildiğinden yakınıyor.
Programın açılışı elbette onun argümanlarıyla yapılmalı. Böyle olmayınca konu biraz dağılıyor. Şakalarda şike var mı, şakalanalar aslında oyuncu mu acabaya geliyor. Ben de olaya, “Medyanın bu kadar günahı ve ayıbı varken bir şaka programını tartışmak bana saçma geliyor. Bugün haber bültenleri bile bir illüzyon yaratma peşinde. Duymamız gerekenler değil, duymamızı istediklerini duyuyoruz” deyince konu iyice dağılıyor.
Programa telefonla bağlanan Erem Şentürk medyanın toplumu etkileme gücünün sıfır olduğunu, medyanın böyle bir gücü olduğunu iddia edenlerim alanlarında başarısız olmuş, fazla kibirli insanlar olduğunu söyleyince içimden “Fesüphanallah” çekiyorum. Prodüksiyon Amiri Özcan hissiyatımı anlamış gibi, “Hadi, gir lafa, ver dersini, dağıt ortalığı” der gibi işaretler yapıyor bana. “Tarzım değil” bakışı fırlatıyorum yönetmene. Ama dayanayıp atlıyorum ve bir iki şey söylüyorum. Şaşkınlıktan bir iki örneklemenin dışında fazla da bir argüman geliştiremiyorum.
Bir ara Barry Levinson’un yönettiği Robert De Niro ve Dustin Hoffman’ın oynadığı 1997 yapımı Başkanın Adamları (Wag the Dog) filmini ve medya karşıtı diğer filmlerden dem vuruyorum. Hadi ben anlamıyorum bu işten, bu yapıtlar da mı abesle iştigal ediyor manasında… Gazetelerin, köşe yazılarının insanları nasıl manipule edebileceğini hatırlatıyorum. Hiçbir işe yaramıyor… Erem Bey ödün vermiyor savından: Bilimsel olarak da ispatlanmıştır ki medyanın öğretme, etkileme gücü yoktur. Biz düzelmeden medya düzelmez. Aksini düşünmenin reel bir sonucu da yoktur, dayanağı da.
Bana göre de öbür türlü düşünmenin reel bir sonucu olamaz. Bizim gibiler zorlamadıktan sonra, topluma hatırlatmadıktan sonra medya nasıl düzelebilir. tencere tava vermeye devam eder. Tüccar zihniyetiyle yönetilir. Kalitesiz iş ve fikir gücüne meyleder. (Şimdi yaptığı gibi)
Program böyle devam ediyor. Ben bir ara Şanslı Masa‘daki şakaların “fake” bile olsa bunun sorun teşkil etmeyeceğini açıklıyorum. Sonuçta bu şov dünyası. TV’de gerçek olan, samimi olan ne var ki, bu öyle olsun. Ama bugüne kadar bende işin içinde oyunculuk olduğuna dair bir intiba uyanmadığını da ekliyorum. Konu böyle daldan dala atlıyor.
Program sonunda içimde ukte var. Medyanın ayıpları konusunda yeterince şey söyleyemediğim düşüncesinden belki de. Ama TV’de konuşmak yazmak gibi değil. Hep bir şeyler eksik kalıyor. Hele ki bu konuda değil konuşurken yazarken bile eksik kalıyorsunuz. Neyse ki en başta televizyon olmak üzere medyanın olumsuz etkilerini fark etmiş ve bu konuda benim ifade yeteneğimi aşan şeyler söylemiş kişiler var. Burada onlar yetişiyor imdadıma…
Groucho Marx var örneğin:
“Ben şahsen televizyonu çok eğitici buluyorum. Biri ne zaman televizyonu açsa, ben diğer odaya gidip kitap okuyorum çünkü.”
Bu da The Simpsons dizisinin bir bölümünden:
“Televizyonunuzda şu an bazı teknik sorunlar oluştu. Lütfen panik yapmayın. Kitap okumak ya da sevdiklerinizle konuşmak konusundaki arzularınıza direnin. Cinsel bir münasebete de yeltenmeyin çünkü televizyonun radyasyonu yıllar içinde cinsel organlarınızı çürük ve işe yaramaz hale getirdi.”
Yine The Simpsons’dan… Homer’ın tarifi…
“Televizyon.. Öğretmen, anne, gizli aşık!”
Son olarak büyük usta Ray Bradbury’ye kulak verelim.
“Televizyon… Sinsi bir iblis… her gece milyonlarca insanı sabit bir şekilde bakan taşlara çeviren Medusa… Çağıran, şarkı söyleyen ve büyük vaatlerde bulunup sonunda küçük şeyler veren Siren.”
Medya eleştirisi denince akıllara gelmesi gereken bir diğer film de Paddy Chayefsky’nin yazdığı, Sidney Lumet’in yönettiği 1976 tarihli Network’tür. Film büyük bir kanalda çalışan tecrübeli haber bülteni sunucusunun, Howard Beale’in hikayesini anlatır. Bir sinir krizi geçiren Howard azılı bir medya karşıtına dönüşür. Filmin sonuda şöyle bir konuşma yapar seyirciye hitaben. (Daha önce de vermiştik bu metni ama mahsuru yok, kullanım süresi sonsuza kadardır)
Howard Beale diyor ki…
“Her şeyin kötüye gittiğini söylememe gerek yok. Herkes durumun kötü olduğunu biliyor….. Ne havamızın solunacak, ne de yemeklerimizin yenecek hali var. Biz oturmuş seyrederken televizyondaki spiker son derece olağanmış gibi bugün 15 cinayet, 63 şiddet suçu işlendiğini haber veriyor. Durum kötü. Kötüden de kötü. Hepsi çıldırmış. Herkes, her yer çıldırmış sanki. Bu yüzden artık evden çıkmıyoruz. Evde oturuyoruz ve dünyamızın her gün biraz daha küçülüyor. Tek yaptığımız, “Lütfen, bizi en azından oturma odamızda rahat bırakın. Tost makinemi, televizyonumu, çelik kuşaklı lastiğimi almazsanız ben hiç sesimi çıkarmam. Bizi rahat bırakın yeter!” demek. Ben sizi rahat bırakmayacağım. Ben öfkelenmenizi istiyorum! Protesto etmenizi, isyan çıkarmanızı istemiyorum. Senatörünüze mektup yazmanızı da istemiyorum çünkü size ne yazdıracağımı bilmiyorum. Ekonomik kriz hakkında, enflasyon, Ruslar ya da sokaktaki şiddet hakkında ne yapılabilir bilmiyorum. Tek bildiğim ilk olarak öfkelenmeniz gerektiği. Demelisiniz ki: “Tanrı aşkına! Ben bir insan evladıyım! Hayatımın bir değeri var!”
Network (1976)