Dağıtımcılarımız bu haftada sürekli fikir değiştirip durdular. Vizyon takvimine filmler girip çıktı. Film makarası gibi somut bir materyalin ulaşımını da kapsayan bu işte son dakika sürprizlerine nasıl yer olabildiğini bilmiyorum. Ancak bu sürprizlerden biri Aşk ve Küller gibi bir film olunca şikayetimiz azalıyor. Ryan Gosling ve Michelle Williams’ın döktürdüğü bu film haftanın en iyisi olmakla kalmıyor, sene sonunda da en iyiler listelerine gireceğini garantiliyor. Bununla birlikte, Peter Mullan’ın Serseriler’i de gözden kaçırılmaması gereken bir yapım. Herkese iyi seyirler…
Aşk ve Küller
Blue Valentine
[xrr rating=4/5]
Yönetmen: Derek Cianfrance Senaryo: Derek Cianfrance, Cami Delavigne, Joey Curtis
Oyuncular: Ryan Gosling, Michelle Williams
Yapım: 2010, ABD, 112 dk.
Devasa bütçeli Hollywood fantezileri, seyirciyi hayatın gerçekliğine karşı körleştirmeleri ile eleştirilir kimi zaman. Oysa seyirci perdede gördüğü büyüleyici sahnelerin gerçek olmadığının gayet farkındadır. Zaten hayatın gerçekliği içerisinde o filmi seyretmeye koyulur. Eğer ortada ahlaki bir tehlike, gerçeklik yanılsamasıyla kandırma suçu varsa aşk filmlerine bakmak daha doğru olur. Tesadüflerle örülmüş bir kader anlayışı, dünyaya mutlu olmak için geldiğimize dair bir ikiyüzlülük seyircide yaratılan gülümsemenin ardına gizlenir. Çoğu zaman tutkuyla karıştırılsa da herkes bir şekilde âşık olduğu için de böylesi yalanlara inanmak kolaylaşır. Derek Cianfrance‘ın son filmi Aşk ve Küller, aşkı reddetmeden bu yalanlara atılan bir tokat niteliğinde.
İşçi sınıfından bir çekirdek ailenin gündelik hayatının tasviriyle başlıyor film. Her daim görebileceğimiz, bu yüzden de alabildiğine somut bu ailedeki ebeveynlerin tanışma hikâyeleri geriye dönüşlerle aktarılmaya başladığında ise bu sıradanlığın altında aşkın mucizesinin yattığını gösteriyor. Büyük şaşkınlık yaşatan bir durum değil bu. Ancak Dean (Ryan Gosling) ve Cindy (Michelle Williams)’nin bugünü ve geçmişi arasında oluşan zıtlık zaten bildiğimiz bir şeyin iyice farkına varmamızı sağlıyor. İletişimsizlik, birbirlerine söylenecek sözlerinin kalmaması, kıskançlık, hayatın rutininin getirdiği bıkkınlık… Sebebi ne olursa olsun, aşkın sonu gelebilir. Evet, âşık olmak, aşka karşılık bulmak bulutları yeryüzüne indiriyor, ama cennetin kapısı hâlâ çok uzakta. Ve bazen kimsenin bunda suçu, kabahati, günahı yok.
Aşk ve Küller, bizi bir kabullenmenin eşiğine getirmek isteyen, üstten bakan bir film değil. Bu gerçekliği bütün hüznüyle perdeye taşımaya çalışan, samimi bir anlatıma sahip. Bir apartman girişinde Cindy’ye şarkı söyleyen Dean ile otel odasında kavga eden Ciny ve Dean’in doğallığı bazı seyircilere belki de demir leblebi sertliğinde gelecektir. Ancak ağızda dağılan kurabiyelerin dünyasında yaşamıyoruz zaten. Madem ki o leblebiyi yutmak zorundayız, madem ki direkt yutunca midemize oturuyor, o zaman onu çiğnemenin bir yolunu bulmalıyız. Aşk ve Küller bunu tekrar hatırlatma başarısını gösteriyor. Aşkın (500) Günü ((500) Days of Summer, 2009)‘nün mutlu bir son uğruna heba ettiği bir başarı bu.
Ergen bunalımlarını ya da sıradışı karakterlerin hayata tutunma çabasını bıktırıcı bir biçimde tekrarlayaduran Amerikan bağımsız sineması, gündelik hayatın altındaki gerçekliği sorgulayan örneklerle yeni bir heyecan dalgası yaratmanın eşiğinde. Yine Michelle Williams‘ın oynadığı Wendy ve Lucy (Wendy and Lucy, 2008) ya da geçtiğimiz senenin en dikkate değer filmlerinden Gerçeğin Parçaları (Winter’s Bone, 2010) gibi filmler, durmadan kaçıp durduğumuz bir şeye, merkezine kendimizi koymadan hayata, dolayısıyla yine kendimize bakmaya zorluyorlar bizi. Çoğu zaman ne yapacağımızı bilmememize rağmen, paçamızı kirletmeden ahkam kesmemizi sağlayan politik doğruculuğumuzun sıvalarını çatlatıyorlar. Elbette sinema tarihi bunu çeşitli şekillerde ve çok daha ustaca beceren filmlerle dolu. Ancak bu çabanın güncel takipçilerini izlemek ayrı bir önem arz ediyor.
Aşk ve Küller, romantik aptallığı bozguna uğratmaya yetmeyebilir, ama kadın-erkek ilişkisine yaklaşımında samimiyeti yeterli görmemesi, dürüstlüğü temel bir çizgi haline getirmesi ile senenin en değerli filmlerinden biri.
[ Deniz Akhan ]
Aşkı uğruna New York’a taşınan, ama sevgilisi tarafından aldatılan (hem de kendi yataklarında!) Juliet (Hilary Swank), yarasını kalbinde taşıyarak eski bir binada daire kiralar. Oldukça tadilat gerektirdiği ve tren hattının dibinde olduğu için gayet makul bir fiyata oturmasının yanında, içine kapanık ama cana yakın evsahibi Max (Jeffrey Dean Morgan) sayesinde acısını biraz olsun unutmaya başlar. Ancak bütün çekincelerinden sıyrıldığını düşünerek utangaç evsahibiyle sevişmenin eşiğine geldiğinde eski sevgilisini hâlâ aklından çıkaramadığını fark eder ve Max’i reddeder. Talihsiz kadın patlamaya hazır bir bombanın fünyesini ateşlediğinin farkında değildir. Anne ve babasının trajik ölümlerinin ardından dedesinin aşağılamalarını hep içine atan Max’in ruhu uçurumun eşiğinden atlamıştır artık.
Modern kent hayatındaki korkunun temelinde bilinmezliğin yattığını söyleyebiliriz. Herkesin birbirini doğduklarından beri tanıdığı köy hayatının yanında milyonlarca yabancının iç içe yaşadığı devasa kentler ürkütücüdür. Herkes potansiyel bir tehlikedir. Evet, hiçkimseyi gerçekten tanımak mümkün değildir, ama günümüzde bu artık daha da imkânsızdır. Bilinmezliğin getirdiği bu korku, sinema tarihinde çeşitli defalar malzeme haline getirildi. Tehlike bazen evsahibi, bazen kiracı bazen yolda arabaya alınan bir otostopçuydu. Kiracı, bu klişeden kendine has bir malzeme üretmek bir yana dursun, vakit geçirmelik bir film olmayı bile başaramıyor.
Böylesi bir hikâyenin başarılı olabilmesi için ya karakter derinliği vermesi ya da gerilimi seyirciye yansıtabilmesi lazım. Eğer ikisini de başaran bir film çekerseniz ortaya bir başyapıt çıkar zaten. Ancak bu film her iki unsurda da vasatın altında kalıyor.
Christopher Lee gibi bir efsanenin harcanmasını, Pushing Daisies dizisi ve The Fall (2006) ile sevdiğimiz Lee Pace‘in silikliğini geçtim. Hillary Swank‘in bir kurban olarak olarak senaryonun kapasitesinin üzerinde bir oyuncu olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak Jeffrey Dean Morgan ruhsal sorunları olan Max rolünde ne yaparsa yapsın komik olmaktan kurtulamıyor. Çünkü alabildiğine karton, şematik bir karaktere can vermek zorunda. Manyak bir adam kadına musallat olsun fikrinin çiğliğinden beslenen bir filmden daha fazlasını beklememiz de abes tabii.
Parlak oyuncu kadrosunu bir seyirci tuzağı kurmak amacıyla kullanan Kiracı, uykunun tutmadığı bir gece belki TV’den seyredilebilir, o kadar…
[ Deniz Akhan ]
Larry Crowne
[xrr rating=2/5]
Yönetmen: Tom Hanks Senaryo: Tom Hanks, Nia Vardalos
Oyuncular: Tom Hanks, Julia Roberts, Sarah Mahoney
Yapım: 2011, ABD, 98 dk.
Deniz kuvvetleri mensubu olarak, vatanına -aşçı olarak da olsa- hizmet etmiş; daha sonra iş değiştirip, U-Mart adlı marketler zincirinin bir halkasında yirmi yıldır canla başla çalışmış, örnek bir ABD vatandaşıdır Larry Crowne (Tom Hanks)..
Bir gün müdüriyetten çağırıldığında, bir kez daha ‘Ayın Elemanı’ müjdesi alacağından emin olan kahramanımız, acı sürprizle karşılaşır.. ‘Yüksek öğrenim görmediği için, görevinde yükselme şansı kalmamıştır’ bahanesiyle, kendi işi gibi benimseyip sevdiği görevinden, bir hamlede şutlanmıştır..
Ellili yaşları ortalayan bu ‘iyi’ adamın düştüğü çaresizliğe -seyirci olarak- biz üzülürüz belki ama adamın da, filmin de bu durumdan bizim kadar etkilenmediğini de görürüz..
Nasıl da unuturuz yahu! Orası -misâl- bizim Türkiye gibi değildir ki.. Herkesin hayallerinin -bi şekilde- gerçeğe dönüştüğü bir fırsatlar ülkesidir ABD..
Larry de iş aramayı bırakır, kendisini işinden eden şu üniversitede okumanın peşine düşer..
Hem darboğazdaki ülke ekonomisine çare bulmak, daha çok da hitabet hocasının dillere destan güzelliğini görmek amacıyla olsa gerek, bir nevi ‘ekonomist hatip okulu’na kaydını yaptırır..
Orta yaş merdiveninin üst basamaklarına yaklaştığı fark edilen güzel hocamız Mercedes Tainot (Julia Roberts), sürekli elinde -kahve dolu olduğunu tahmin ettiğim- bir termos kupayla dolaşan, ‘kar yağsın da okullar tatil olsun’ biçiminde bir öğrenci kafasına sahip, evli ve mutsuz bir kadındır..
Sınıfında, kendisini kaçamak ve çapkın bakışlarla süzen bu ‘artist gibi’ adamı, kocadan yana şanssız, lâkin olgunluğun zirvesindeki Mercedes Hanım’ın fark etmemesi hiç düşünülebilir mi?
Larry Crowne, ‘Allah bir kapıyı kapatırsa başka bir kapı açar’ ya da ‘Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş’ atasözlerimizi hatırlatan; ancak bunun için, umudu kaybetmeden çaba göstermenin de şart olduğunun altını çizen, bir Tom Hanks filmi..
Sizin ilginizi ne kadar çekiyorlar bilmiyorum ama Oscar ödüllü oyuncular Tom Hanks ve Julia Roberts dışında hiçbir albenisi olmayan Larry Crowne’nın, aksi durumda gösterim şansı bile bulamayacak sıradanlıkta bir yapım olduğunu; sadece, bu sinema starlarının son durumunu merak edenler için ilginç olabileceğini söylemeliyim..
Bir de film -Larry misali- bencileyin yaşı geçkinlerin zihninden illâki geçmiş olan, bir ‘İkinci Bahar’ yaşama hayalinin ateşini öylesine umarsızca yelliyor ki buna muhatap kişi, bu hepten âciz senaryoya mı üzülsün, yoksa iyice küllenen umutlarına mı, kesinlikle şaşırıp kalacaktır..
[ Numan Serteli ]
Ölüm Odası
Chatroom
[xrr rating=1.5/5]
Yönetmen: Hideo Nakata Senaryo: Enda Walsh (kendi yazdığı tiyatro oyunundan)
Oyuncular: Aaron Johnson, Imogen Poots, Matthew Beard, Hannah Murray, Daniel Kaluuya
Yapım: 2010, İngiltere, 97 dk.
Ringu (1998) ile Uzak Doğu Korku Sineması’nın öncülüğünü yapan Hideo Nakata, geçtiğimiz Filmekimi’nde de izlediğimiz Ölüm Odası ile sinemalarımıza konuk oluyor. İrlandalı oyun yazarı, aynı zamanda Açlık (Hunger, 2008)‘ın senaryosunda da imzası bulunan Enda Walsh’ın 2005 tarihli oyunundan uyarlanan film, William (Aaron Johnson) adlı bir gencin bir sohbet odası açmasıyla tetiklenen olayları konu ediyor aslen. Film, Ben X (2007) ya da Karanlık Cennet (L’autre Monde, 2010) gibi gerçekliği sanal dünya ile eklemleyen bir biçime sahip. Sohbet odaları, bir otelin odaları şeklinde tasarlanmış. Kurgu oyunları vasıtasıyla karakterlerimiz bilgisayar başından bu otele aktarılıyor ve devamlılık bu şekilde sağlanıyor filmde. Nakata, ayrımı kolaylaştırmak adına, sanal dünyada pastel renkler tercih ederken, gerçek dünyada daha donuk renkleri kullanmış.
Biraz konuya değinelim; William’ın annesi ünlü bir yazar ve bu ünü büyük oğlu olan Ripley’e adadığı bir seriye borçlu. William hep ikinci planda kalmış ve içten içe bunlardan nefret etmiş biri. İntihar içerikli snuff videolarına oldukça düşkün, hatta kurduğu sohbet odalarında intihara meyilli kişileri yüreklendirerek bu tür videoların çekilmesine önayak oluyor. Jim (Matthew Beard) de William’ın bu amaçla kurduğu Chelsea Teen adındaki sohbet odasının üyesi. Jim aslında William’ın alter-egosu gibi biraz. Filmin bu ikili arasında kurduğu psikanalitik alt-yapı çok güçlü aslında. Gelgelelim Ölüm Odası, bu yapıyı değerlendirmek onu derinleştirmek, çarpışıklaştırmak ve yaymak yerine çarçur ediyor. Diğer karakterler bu iki eksen karakterin etrafında şekilleniyorlar ama tam anlamıyla gelişebildikleri pek söylenemez. Daha çok filmin aksiyonel tarafına hizmet etmiş gibi görünüyor bu karakterler, her daim oradan oraya bir koşuşturmaca içindeler zira.
Ölüm Odası, Nakata’dan beklenildiği üzere saf kan bir gerilim filmi değil. Yönetmen, bu sefer dramı fazla gerilimi az bir yapıt ortaya koymuş. Sonlara doğru da nedense aksiyondan medet uman kararsız, istenileni veremeyen bir film bana kalırsa karşımızdaki. Ha bir de unutmadan filmin bir söylem karmaşası içinde olduğunu da belirtelim. İnternet çağı ile ilgili bir şeyler söylemeye çalışıyor çalışmasına ama bunu tutarlı bir şekilde anlatabilmekten aciz ne yazık ki. Aaron Johnson’un oyunculuğunun bir nebze de olsa göze çarptığı film vasat altı bir gerilim denemesi olmuş sonuç olarak.
[ Ercan Dalkılıç ]
Serseriler
Neds
[xrr rating=3.5/5]
Yönetmen: Peter Mullan Senaryo: Peter Mullan
Oyuncular: Conor McCarron, Peter Mullan, Greg Forrest
Yapım: 2010, İngiltere / Fransa / İtalya, 124 dk.
Ergenlerin problemlerini, bu problemlerle baş etme uğraşılarını, bu uğraşı neticesindeki başarılarını ya da başarısızlıklarını, ezcümle dünyayı algılama ya da algılayamama biçimlerini konu alan pek çok film var. Mikael Hafström’ün Şeytana Karşı (Ondskan, 2003), Neil Jordan’ın The Butcher Boy (1997), Ken Loach’un Afili Delikanlı (Sweeet Sixteen, 2002), Jean-Marc Vallee’nin C.R.A.Z.Y. (2005), Stephen Daldry’nin Billy Elliot (2000) isimli filmleri ilk anda aklıma gelen, sevdiğim örnekler. Bu türden hikâyeleri başarılı film yapan ana karakterlerinden daha çok dönemin, dönemin toplumsal yaşantısına, eğitim sistemine ve aile yapısına yapılan eleştirilerin ne kadar elle tutulur olduğu bana kalırsa. Peter Mullan’ın San Sebastian Film Festivali’nde en iyi film ödülünü kazanan Serseriler filmi, 1970’lerin İskoçyası’nda bu türden bir dönem yaşayan John McGill’i konu alıyor. İyice yoldan çıkmış bir ağabey, evde terör ve sevgisizlik ortamı yaratan bir baba, olan biten üstünde sıfır etkiye sahip ezik bir anneden oluşan çekirdek ailesine rağmen geleceği parlak bir yeni yetmedir John. Ergenliğe geçtiğinde bazı şeyler değişmeye başlar. Büyüdüğü ortamda içine atılan şiddet tohumları, biraz da sınıfsal farklılıklarla kısıtlandığını keşfetmesiyle ortaya çıkar. Ağabeyi ve babası gibi olma yoluna girmiştir ama aklının ve kalbinin bir köşesinde bunu istememektedir. Hatta ölmek bile daha iyi bir seçenektir onlar gibi olmaktansa. Bir akıl hastalığının pençesinde gibidir John. Kimsenin duymadığı sessiz bir çığlık atmaktadır.
Peter Mullan’ın az bir sahnesi olsa da her ortaya çıkışında filme damga vurduğunu söylemek gerekiyor. Yönetmen olarak da çok iyi bildiği bir dönemi tüm gerçekliğiyle seyirciye aktarırken ve çoğu ilk kez oyunculuk yapan kadrosunu idare ederken gayet başarılı bir iş ortaya koyuyor. Yan karakterlerin hiçbirini derinlemesine tanıma fırsatı tanımasa da bize bu prototipler seyirci üstünde istenen etkiyi yaratmaya muktedirler. Ama ketum bir film Serseriler.
Filmin orijinal ismi Neds. Ned bir İskoç tabiri. Eğitimsiz, işsiz, çete halinde hareket edip küçük suçlar işleyen holigan gençleri ifade etmek için kullanıyor. İskoçya’da bolca Ned var. Serseriler, onlardan birini anlatan küçük bir resim çiziyor bize. Ama büyük resmi merak etmeden duramıyorsunuz. Bu sosyal yaranın temelinde başka neler var? Serseriler bu soruların yanıtı hakkında ipuçları vermekten imtina ediyor nedense. Garip ama etkileyici, klasik bir finalizasyon hissi yaratmayan bir final sahnesiyle de bitiyor.
Yukarıda saydığım filmlerin arasında anılmayı hak eden ama “açıklamalı-eleştirel anlatım” bakımından onların biraz gerisinde kalan bir yapım Serseriler. Yine de mutlaka izlenmeli.
[ Landlord ]