Bu hafta sinema severlerin aklına en son gelecek şeylerden biri de vizyona yeni giren filmler olsa gerek. İstanbul Film Festivali tüm hızıyla sürerken, filmlere yetişme telaşı almış başını gidiyor ve sinefiller kaçırdıkları filmlere hayıflanıyorken bu hafta hangi filmler gelmiş diyecek fazla kişi yoktur herhalde. Biz yine de geleneğimizi bozmayalım ve yerli film içermeyen (hayret!) programa ufaktan bir göz atalım. Eğer nokta atışı isterseniz ilk filmi Moon ile hepimizin takdirini kazanan Duncan Jones‘un büyük bütçeli politik bilim kurgusu Yaşamın Şifresi‘ni işaret ediyoruz.
Christoffer Boe‘nin son filminin umutsuz kahramanı Falk, yazmayı sürdürdüğü savaş filminin senaryosunu bir türlü bitiremeyen, kendi işiyle takıntılı bir senarist ve yönetmendir. Bir gün arabasıyla Arap asıllı genç bir adama çarpar. Suçludur, ama yardım etmeden kaza yerinden kaçar. Oysa çarptığı adamın elinde Irak’la ilgili, Danimarka hükümetini sarsacak sırlar vardır. Falk, adamın başından geçenleri halka açıklamak için her şeyi göze alacaktır. Falk’ın hayatı siyasal bir gerilim olarak yola çıkan ve Boe’nin alıştığımız tarzını sürdüren film, çizgisel olmayan bir anlatı izleyerek Falk’ın paranoyaya kapılıp ailesini ve kendisini de tehlikeye atarak hayatını mahvedişini anlatıyor.
Rio Yönetmen: Carlos Saldanha
Senaryo: Don Rhymer
Orijinal seslendirme: Anne Hathaway, Jesse Eisenberg, Rodrigo Santoro, Jake T. Austin, George Lopez
Yapım: 2011, ABD, 96 dk.
Uçmayı hiç öğrenememiş evcimen bir papağan olan Mavili (Blu), sahibi ve en yakın arkadaşı olan Linda ile Minnesota’nın Moose Lake şehrinde konforlu bir hayat sürmektedir. O güne dek Mavili’nin Makav kuş türünün son örneği olduğunu düşünen ikili, Rio de Janeiro’da Harika (Jewel) isimli bir dişi makavın yaşadığını öğrenince çok uzaktaki bu egzotik diyara doğru yolculuğa çıkar. Rio’ya varmalarından kısa bir süre sonra beceriksiz birkaç hayvan taciri tarafından kaçırılan Mavili ve Harika, tacirlerin elinden bir grup Riolu kuş tarafından kurtarılır. Yeni arkadaşlarının da desteğiyle hayvan tacirlerine karşı gelmeye çalışan Mavili için artık uçmayı öğrenmenin ve en iyi arkadaşı Linda’ya geri dönmenin bir yolunu bulmak için gereken cesareti kazanmanın zamanı gelmiştir.
Aynı geceyi ABD’nin farklı şehirlerinde geçiren genç bir karı-kocanın, o gece boyunca baştan çıkarılışlarının hikâyesini anlatır Son Gece..
Üniversitede birbirlerini bulmuş, üç yıldır da evliliklerini sürdüren bu ikiliden Joanna Reed (Keira Knightley), basılmış bir kitabı bulunan, şu anda da moda üzerine yazdığı makalelerle, evin bütçesine katkıda bulunan bir güzeller güzeli iken; Michael Reed (Sam Worthington), bir nevi emlakçılık işiyle meşgul, yakışıklı bir adamdır..
Çiftimizin fertlerinden ilk kuşkuya kapılanı, Joanna olur.. Kocasının -kendisinden daha önce hiç bahsetmediği- iş yerinden arkadaşı Laura’yı bir partide gören genç kadının içine bir kurttur düşer.. Laura’nın, gerçek hayatta Eva Mendes adını kullandığını söylersem, o içe düşen şüphe kurdunun ebadını siz düşünün gayri..
Üstelik, kocanın bir iş gezisinde, âdeta bir ‘âfet’ şekil ve ebadındaki bu kadınla birlikte bir kaç günlüğüne şehir dışına çıkacak olması, karısının mevcut işkillenmesini daha da bi katmerleyecektir..
Lâkin şu kaderin cilvesine bakın ki, ‘işkilli’ Joanna’nın karşısına, hem de kocasından ayrı kaldığı ilk günün sabahında, bir zamanlar büyük aşk yaşadığı -üstelik eşine ondan hiç bahsetmediği- Fransız yazar Alex (Guillaume Canet)’i çıkarır..
Farklı şehirlerde süren ve paralel bir kurguyla bize ‘naklen’ yansıtılan bu ‘ilişki’ maçında skor durumu, ‘berabere’ bi şekilde devam etmekte gibidir..
Bakalım bu beraberlik, resmen tescil edilecek mi? Ya da tarafların değiştiği, yeni beraberlikler mi gündeme gelecek? Yoksa, pek bir şey değişmeden, ‘Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna’ şarkısı mi dillendirilecek?
İran asıllı Amerikalı senarist Massy Tadjedin’in ilk yönetmenlik denemesi olan bu romantik dramın en büyük artısı, hikâyesinde yer alan belli başlı karakterleri -benzeri filmlerde hep yapıldığı gibi- birer ‘stereotip’ olarak değil de -gerçek hayatta karşılığını bulan- günahıyla, sevabıyla, ortalama birer insan biçiminde çizebilmiş olmasında.. Yoksa gerisi hep bildiğimiz şeyler: Kadınlar, erkekler, evlilikler, yaşanmışlıklar, pişmanlıklar, bitmeyen ya da mümkünse bitmesi gereken aşklar; bir de tabii ki asıl mevzumuz olan ‘aldatmak’ üzerine, yeniden ısıtılarak servise sunulmuş replikler..
Son Gece, zaman zaman insanın içine fenâlıklar getirecek denli duygusal klişelerle yüklü olsa da, birbirinden güzel ve yakışıklı insanları izlemenin oyalayıcılığıyla, seyirciyi pek de yormadan geçip giden -hiç kuşkusuz ki- gayet şık bir biçimde sunulmuş, vasatın biraz üzerinde bir film..
[ Numan Serteli ]
Üçü kız, üçü erkek altı adet genç, bir gece geçirecekleri, göl ve orman manzaralı bir bölgeye yerleşerek ‘doğa gezili’ tatillerini yaşamaya başlarlar.. Kimselerin uğramadığı bu ıssız yere ancak ‘iyiliksever’ bir polisin minibüsüyle ulaşabilmişlerdir.. Polis, ertesi gün onları aynı yerden almak üzre, bölgeden ayrılırken, gençler de tatil aktivitelerine girişirler..
Ne var ki sanki şehrin ortasındaki bir parka gider gibi, çadırsız hatta yemeksiz gelen bu genç salaklar, bence ölmeyi çoktan hak etmişlerdir bile..
Yine de, orayı kendilerine mekân tutmuş, biri asıl kâtil olan iki psikopat, bu gençleri teker teker avlayıp kesmeye başladığında hiç üzülmedim desem, doğrusu yalan olur..
Norveç sinemasının son dönemdeki en ses ve para getiren slasher yapımlarından biri olan Fritt Vilt serisi, üçüncü filmle devam ediyor ki “Neden akabinde dördüncüsü çekilmesin?” diye de sormak geçiyor içimden..
Hele de kızlı-erkekli olarak ıssız bir yerde tatile çıkan, bir yandan da kuru-sulu götüren bir grup gencin başına neler geleceğini, bunca korku filminden sonra hâlâ merak ediyorsanız eğer, Şeytanın Oteli 3 ‘tam pansiyon’ vaziyette bekliyor sizi sinemalarda..
“Slasher filmin, kâtili bir türlü ölmeyeni makbuldür” der, bir korku atasözü.. Serinin ilk iki filminde ölmemekte direnen ve kesmedik beden bırakmayan bu kâtilin bu defa geçmişine giderek, ta çocukluğuna kadar iniyoruz.. Hiç zorlanmadan anlayacağınız üzre, çocuğun geçmişinde saklı duran sevgisizlik ve maruz kaldığı şiddet, diz boyudur..
Bir ‘kaçıp kovalamaca, yakaladı mı da doğramaca oyunu’ özelliklerine hâiz Şeytanın Oteli 3, türünün gereklerini -yeni hiçbir numara göstermeden- yerine getirmeye çalışan, bunun ötesinde ise bendenizi zerre etkileyemeyen, kötü bir film.. Ancak, serinin ilk iki filmini beğenenlerdenseniz -bana hiç kulak asmadan- hemen sinemalara koşabilir, sonra da gelip bana bi güzel saydırabilirsiniz..
[ Numan Serteli ]
Kaptan Colter Stevens (Jake Gyllenhaal) hız treninde uyanır ve buraya nasıl geldiğine dair hiçbir fikri yoktur. Karşısında Christina (Michelle Monaghan) adlı kendinin tanımadığı ama belli ki kadının kendini tanıdığı birisi oturmaktadır. Tuvalette kendine sığınacak yer ararken aynada kendi yerine başkasının yansımasını görmesiyle şok olur ve cüzdanında da bir sınıf öğretmeni olan Sean Fentress’ın kimliği vardır. Aniden trenin içinde büyük bir patlama meydana gelir. Hemen ardından Colter yüksek teknolojili bir tecrit birimine gönderilir ve uniformalılardan Goodwin (Vera Farmiga) onun gördüğü her şeyden haberdar gibidir. Colter Chicago’da bir treni havaya uçuran ve daha binlercesini de öldürmeyi planlayan bombacıyı saatler öncesinden tarif edebilmek için yüksek-önemlikli bir göreve atanır. Çok gizli bir program olan ‘yaşam şifresi’ sayesinde Colter paralel bir gerçeklikte Sean olarak davranabilmektedir. Trene her dönüşünde Colter’ın bombacının kimliğini tanımlayabilmesi için sekiz dakikası vardır. Her seferinde yeni deliller toplasa da avı onu atlatmayı başarır. Daha fazla bilgi aldıkça, bu ölümcül faciayı önleyebileceğine daha çok inanır -elbette zaman onun önüne geçmezse.