Eylül de geldi çattı, yoğun bir vizyon haftasıyla birlikte. Program oldukça kalabalık. Fakat sekiz filmin arasında hemen yeni Andrey Zvyagintsev filmi Elena dikkat çekiyor bize kalırsa. Elena’nın yanı sıra iki gerilim çeşitlemesi Sır ve Ruh, iki animasyon Cesur ve Mutluluğa Boya Beni bu türlerin takipçilerini bekliyor. Stephen Frears imzalı Bahse Var mısın? ve Amerikan bağımsız romansı Şimdi Gel de Gör Beni haftanın alternatifleri olarak göze çarpmakta. Haftanın tek yerli filmiyle Çiğdem Vitrinel’in yönettiği Geriye Kalan… Herkese iyi seyirler…
Elena
[xrr rating=5/5]
Yönetmen: Andrey Zvyagintsev
Senaryo: Andrey Zvyagintsev , Oleg Negin
Oyuncular: Nadezhda Markina, Andrey Smirnov, Aleksey Rozin
Yapım: 2011 / Rusya / 109 dk.
Dönüş (Vozvrashchenie) ile 2003 yılında sinema tarihine eşsiz bir çentik atan Andrey Zvyagintsev, Dönüş’e görece zayıf, ama yine de otoriteler tarafından geçer notu alan Sürgün’den (Izgnanie) sonra, Cannes’da Jüri Ödülü kazanan üçüncü uzun metraj denemesi Elena ile karşımızda. Zvyagintsev, Elena’da vatandaşı Aleksandr Sokurov’un Faust’ta ortaya koyduğu tezi tersten okuyor. Sokurov, Faust’ta ve genel olarak Gücün Doğası serisinde; insan doğasından hareketle bir çözülüş panoraması sunuyordu. Zvyagintsev’se, Sokurov’un aksine sistemin, daha doğrusu kapitalizmin insan doğası üzerindeki deformasyonuna bir ayna tutmayı deniyor.
Eski bir hemşire olan Elena (Nadezhda Markina), yaşlı ve zengin Vladimir (Andrey Smirnov) ile evlidir. Sizin de tahmin edebileceğiz gibi, bu evlilik aslında stratejik bir ortaklık gibidir özünde. Elena’nın başka bir evlilikten olma bir oğlu, gelini ve torunu da var. Bu, banliyöde yaşayan yoksul ve işsiz bir aile, haliyle Elana’dan –Vladimir üzerinden- gelecek paraya ihtiyaç duyuyorlar. Bir gün Vladimir kalp krizi geçiriyor. Bu krizden sonra da, bütün mirasını kendisini sevmeyen kızına bıraktığını belirten bir vasiyet hazırlıyor. Eğer hikâye bu sonla bitecek olursa, Elena beş parasız kös kös eski hayatına geri dönecek. Torununu da doğru düzgün bir okula gidemeyecek -kendi oğluna dönüşecek bir nevi. Elana, bunu göze alamıyor ve hikâyenin böyle sonlanmaması için bir plan hazırlıyor…
Mevcut ekonomik sistemde ayakta kalmak gittikçe zorlaşıyor. Siz de, benliğinizi çiğneyip bazı kararlar alabiliyorsunuz; Elana’nın gidip sevmediği zengin biriyle evlenmesi gibi. Yeteri kadar taviz verdiğinizi düşünüyorsunuz, ama sistem öyle düşünmüyor! Hep daha fazlasını istiyor, 8 değil, 12 saat çalışmanızı sözgelimi; tıpkı Elana’yı o ‘meşum’ vakaya sürüklediği gibi, sizi de önce parçalıyor, sonra da bırakıyor o ıssız kıyıya işte.
Zvyagintsev, Tarkovsky usulü mesafeli bir biçemle kendine (dolayısıyla da insanlığa) yabancılaşarak içten içe çürüyen, sistemin adeta suça teşvik ettiği insan tipini enine boyuna incelemiş Elena’da. Asla özdeşlik kurdurmamış karakterlerle, toplumsal bağlamda kapitalizmin yarattığı tahribat hakkında genel bir sunum gerçekleştirmiş. Sıradan bir insanı, nasıl uç noktalara kadar sürükleyebilir (sistemden kaynaklanan) çaresizlik, bunun cevabını vermiş, izleyicinin de sorgulama mekanizmasını harekete geçirerek.
Andrey Zvyagintsev için fazla söze gerek yok; o, çağdaş Rus sinemasının en büyüklerinden, belki de en büyüğü. Elana da bana kalırsa, politik çözümlemenin içinde eridiği dramasından tutun da, eksen karakterde Nadezhda Markina’nın çıkardığı olağanüstü performansa, oradan değme yönetmenlere taş çıkaran sinematografisine ve Philip Glass’ın harika müziklerine kadar dört başı mamur bir şaheser! Son zamanlarda kapitalizmi bu kadar iyi deşebilen bir film çıkmamıştı, Seren Yüce’nin 67. Venedik Film Festivali’nde Geleceğin Aslanı ödülünü kazanan Çoğunluk’unu saymazsak.
Ercan Dalkılıç
***
Ruh (The Pact)
[xrr rating=1/5]
Yönetmen: Nicholas McCarthy
Senaryo: Nicholas McCarthy
Oyuncular: Caity Lotz, Casper Van Dien, Mark Steger
Yapım: 2012 / ABD / 89 dk.
Ruh (The Pact), annesinin ölümü üzerine çocukluğunun geçtiği eve geri dönmek zorunda kalan Annie (Caity Lotz) adlı genç bir kadının, söz konusu evde başından geçenlere odaklanıyor esasen. Nicholas McCarthy’nin yönetmenlik koltuğunda oturduğu bu b-tipi gerilim çeşitlemesi, yönetmenin 2011 Sundance Film Festivali’nde gösterilen The Pact adlı 11 dakikalık kısa filminin uzun metraja dönüştürülmüş hali. ContentFilm adlı bağımsız film şirketi, Sundance’da filmi görüp beğenmiş ve Nicholas McCarthy’den filmin uzun versiyonunu yapmasını istemiş. Peki, olmuş mu? Bizce hayır!
Temelde 70’lerin muhafazakâr gerilim filmlerinin retoriği üzerinde yükseliyor film: Eksen karakter Annie, motosikleti ve giyimiyle özgürlükçü bir kadın. Hayalet de –ya da her neyse- ona musallat oluyor, bütün muhafazakâr söylemli gerilim filmlerdeki gibi. Fakat senaryosu zaten çok zorlama ve inandırıcılıktan uzak olan film, bu özü de gereğince işleyememiş. Nicholas McCarthy, Ruh’ta 70’lerdeki muhafazakâr filmlerin dokusunu yakalamayı denemiş, gelgelelim bunu pek başaramamış gördüğümüz kadarıyla.
Oyunculuk deseniz, ona keza; dizilerle yıldızı parlamış Caity Lotz, sanki hayaletlerden korkmuyor da, onları dövecekmişçesine bir oyun çıkarıyor. Gerçi çıkardığı oyun mu, ondan da pek emin değilim. Çok ama çok yeteneksiz Lotz, ya da Nicholas McCarthy oyunculuk yönetiminden zerre kadar anlamıyor!
Filmin tek iyi yanı, gerilim sahnelerinin tasarımlarının ve ışığın iyi olması, dijital ve ses efektlere boğmamış bizi yönetmen, en azından gerçeklik hissini duyumsayabiliyorsunuz.
Özetle; Ruh, vasat-altı bir gerilim çeşitlemesi, keşke gelişigüzel bir şekilde kotarılmasaymış ve daha iyi oyunculara yer verilseymiş… Eğer gerilim kriziniz tuttuysa, acilen bir gerilim filmi izlemeniz gerekiyorsa, sizin için biçilmiş kaftan olabilir, aksi halde uzak dursanız iyi olur.
Ercan Dalkılıç
***
[xrr rating=3.5/5]
Yönetmen: Mark Andrews, Brenda Chapman
Senaryo: Mark Andrews, Brenda Chapman
Oyuncular: Kelly MacDonald, Billy Connolly, Emma Thompson
Yapım: 2012 / ABD / 100 dk.
Pixar’ın uzun bir yapım sürecinin ardından seyirciyle buluşan son çalışması Cesur (Brave) İskoçya’da geçen bir hikayeyi anlatıyor. Pixar açısından bir çok ilke sahip olan yapımda genç Prenses Merinda’nın geleneklere karşı çıkışını ve sonrasında yaşadıklarını izliyoruz.
İskoçya’da DunBroch klanınından olan Kral Fergus, küçük kızı Merida’nın doğum gününde ona bir yay hediye eder. Aynı gün dev bir ayı olan Mor’du onlara saldırınca Merida annesi Kraliçe Elinor ile kaçar, babası ise Mor’du ile savaşır ve bir bacağını kaybeder. Aradan geçen yıllar sonunda Merida üç küçük kardeşi Hamish, Hubert ve Harris’in ablası olmuş, annesinin tüm uyarılarına karşın bir prenses gibi davranmaktan kaçınmıştır.
Özgürlüğüne düşkün olan Merida, yayı ile ormanda gezmeyi ve yayıyla hedeflere ok atmayı sevmektedir. Ancak annesi onun bu özgür ruhuna karşın bir prenses gibi davranması için gerekli eğitimi vermeye sıkılmadan devam eder. Ailesi bir gün Merida’ya artık evlenme yaşının geldiğini söylerler. Bunun için ülkenin en büyük üç klanı saraya gelir. Ancak evlenmek istemeyen Merida taliplerinin hepsine karşı koyar, ardından da ormana kaçar. Ormanda bir büyücüyle karşılaşan Merida ondan annesinin evlilik fikrini değiştirecek bir büyü yapmasını ister. Büyücü ona bir kek verir. Merida Annesi Kraliçe Elinor’a keki yedirdiği zaman aklına gelmeyecek olaylar gerçekleşir.
Cesur temelde genç bir kızın ailesine ve geleneklere açtığı savaşı gösterse de temelinde bir anne kız ilişkisini yansıtıyor. Ve burada iletişim ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Tabii ailenin dediklerinin kesin doğru kabul edilmesi gerekmediği, kişinin kendi doğruları için mücadele etmesinin önemi ve yeri gelince geleneklerin de değiştirilebileceği aktarılıyor. Bu açıdan bakınca ailelerin filmden hoşlanmama ihtimalleri var. Yine de çocukların, Disney’in prensesler serisine de girmiş olan, kızıl kıvırcık saçlı Prenses Merida’yı çok sevecekleri bir gerçek.
İlk defa Pixar’ın geçmişten bir hikayeyi anlattığı Cesur’da gerek İskoçya’nın doğası, gerekse Prenses Merida’nın fiziği ve gözü karalığı hikayeye ayrı bir hoşluk katıyor. Tabii klanların sevimli atışmaları, Karliçe Elinor’un otoritesi ve küçük prenslerin yaramazlıkları da filmin diğer güzel yan unsurları.
İnsanın kaderini kendisinin yazacağını anlatan Prenses Merida bazı bakımlardan akla gemisiz kaptan Corto Maltese getiriyor. Zaten kaderini kendisi yazanlar her daim maceralara gözü kapalı dalar ve kendi doğrularını kabul ettiriler. Ailecek izlenebilecek ve eğlenilecek bir film olan Cesur’un Apple’ın kurucusu Steve Jobs’a ithaf edildiğini de belirtmekte yarar var.
Ali Abaday
***
[xrr rating=3/5]
Yönetmen: Pascal Laugier
Senaryo: Pascal Laugier
Oyuncular: Jessica Biel, Jodelle Ferland, William B. Davis
Yapım: 2012 / BK-Kanada-Fra. / 106 dk.
Kısa filmleri dışında Kutsal Bakire (Saint Ange) ve İşkence Odası (Martyr) adlı iki uzun metrajı bulunan Pascal Laugier filminin başına ufak bir not yerleştirmiş: “ABD’de her yıl 800000 kayıp çocuk vakası bildiriliyor. Bunların çoğu ilk birkaç günde bulunuyor. 1000 çocuk ardında hiç iz bırakmıyor.” Özenti pozlar veren karton karakter resimleri arasına yerleştirilen ve kaçırılan çocukları konu eden hemen her filmde gördüğümüz bu istatistik yazıları, filmin iyi bir ilk intiba bırakmasına engel oluyor. Neyse ki, Sır (The Tall Man) en büyük hatayı en başta yapıp bir daha tökezlemiyor.
Olaylar Washington eyaleti sınırlarındaki Cold Rock’da geçiyor. Hastanesi ve okulu olmayan, kapanmış bir madeni çevreleyen uçsuz bucaksız ormanlarla çevrili araziye kurulu kasabaya artık trenler bile uğramıyor. İşsizlik had safhada. Her zaman böyle değilmiş elbette. Altı yıl öncesine kadar çalışan madenin varlığı ve insanları bir arada tutan iyi kalpli Dr. Denning sayesinde daha mutlu bir yermiş. Şimdilerdeyse fakirlik ve unutulmuşluk kadar büyük bir sorunları daha var: Kaçırılan çocuklar. Cold Rock 18 yaşından küçük anneler ve gayrimeşru çocuklarıyla dolu. Eğitim alamayan, fırsat eşitliğinden yoksun hatta kimliği bile olmayan bu çocuklar yaklaşık iki aylık aralıklarla kaçırılıyor. Şerif ve yerel polis gücü “Uzun Boylu Adam” ismini verdikleri bir tür mit yaratmış ve aramayı bırakmış durumda. “Uzun Boylu Adam”ın doğaüstü güçleri olduğunu düşünenler de var, sıradan bir sübyancı olduğunu da. Fikirleri ne olursa olsun çocukları bulmak için çaba sarf etmek yerine inceden üzülmeyi tercih ediyorlar. Nasılsa bu kadar çocuğa bakacak güçleri yok. “Kara Şövalye” ya da “Sherlock Holmes” gibi yakıştırmalarla yerel halkın alay konusu olmaktan kurtulamayan Teğmen Dodd ise karabasan hikâyelerine inanmadan duruma gerçekçi yaklaşanlar arasında.
Sır, kendini yeteneksiz fakat güzel Hollywood aktrislerinin oynadığı seri üretim korku filmlerinden biri gibi pazarlıyor, öyle başlıyor. Hemen ardından gelen ve türün vasat örneklerinde rastlayamadığımız atmosfer yaratma-karakter tanıtma çabasıysa beklentileri yükseltebileceğimizi muştuluyor. Ana karakterlerden birinin çocuğunun kaçırıldığı sahneden itibaren ise reklam kampanyasına aldanları ters köşeye yatırmaya başlıyor. Görsel anlamda en güçlü sahne olan bu kovalamaca hızlı kurguya yüz vermeyerek etkisini artırıyor. Breaking Bad dizisinde zirvelerinden birine şahit olduğumuz olayları oluş hızıyla aktarma tercihinin uygulandığı sonraki her sahne de aynı şekilde bütünü kıymetlendiriyor.
Sır oyuncaklı senaryosuna sırtını dayayan bir yapım. 55. dakikasında o ana dek gördüğümüz her şeyi tersyüz edip seyirciyi ele geçiriyor. Pascal Laugier bu konuda arzuladığı etkiyi yaratmış ancak yazdığı diyaloglarda aynı performansı gösterememiş. Bunları affetmeyi başarırsanız filmden keyif almanız olası çünkü karşımızda izleyiciyi şaşırtmayı beceren, bunu denerken mantığı elden bırakmayan ve karşısındakilerin zekâsına güvenen bir yapım var. Üstelik M. Night Shyamalan’ın Köy‘de (The Village) mükemmel şekilde yaptığı gibi, türü konusunda da şaşırtıyor.
Projeye dört elle sarılıp yapımcı olarak da destek veren başrol oyuncusu Jessica Biel, Sır‘ın sürprizlerle dolu bir film olma isteğiyle örtüşmüş. Film boyunca tüm güzelliğiyle kameraya bakıp korkuyor numarası yapacak sandığımız aktris her hareketiyle vücudunu deforme eden bir savaşçıya dönüşüyor. Sınırlı yeteneğine rağmen elinden gelenin en iyisini yapıp az replikle çok şey anlatmayı başarıyor. İyi bir oyuncu olarak anılmaya başlamasını sağlamasa da Sır onun için sıçrayış olacaktır.
Mehmet Serkan Çellik
***
Şimdi Gel de Gör Beni (Lola Versus)
Yönetmen: Daryl Wein
Senaryo: Daryl Wein, Zoe Lister Jones
Oyuncular: Greta Gerwig, Zoe Lister Jones, Hamish Linklater
Yapım: 2012 / ABD / 87 dk.
***
Bahse Var mısın? (Lay The Favorite)
Yönetmen: Stephen Frears
Senaryo: Beth Raymer, D.V. DeVincentis
Oyuncular: Rebecca Hall, Bruce Willis, Vince Vaughn
Yapım: 2012 / ABD-BK / 94 dk.
***
Mutluluğa Boya Beni (Le Tableau)
Yönetmen: Jean-François Laguionie
Senaryo: Jean-François Laguionie, Anik Leray
Yapım: 2011 / Fra. / 76 dk.
***
Yönetmen: Çiğdem Vitrinel
Senaryo: Çiğdem Vitrinel,Şebnem Vitrinel
Oyuncular: Devin Özgür Çınar, Erkan Bektaş, Şebnem Hassanisoughi
Yapım: 2011 / Türkiye / 103 dk.