Öyle ya da böyle, bir senenin daha sonuna geldik. Ne kadar havalı fikirler ifade etsek de böylesi dönümleri göz ardı edemediğimiz belli. Pek çoğumuz yılbaşı klişelerini yeniden üretmeye devam edeceğiz. Mesela hayatınızın geri kalanı için tutamayacağınız ve tutamadığınız için kendinizden nefret edeceğiniz sözler vermek gibi. Ama öncesinde sinemaya gidip “kendini kandırma sanatı”ndan biraz daha istifade etmek isteyebilirsiniz. Peki, biz onca film seyrettik de n’oldu? Dünyaya olan sevgimiz ve insanlığa olan inancımız arttı… Sadece kısa bir süre içindi, ama olsun, hiç yoktan iyidir…
Şaka bir yana, bir noktada durup geriye bakmanın sakıncası yok. Mesela haftanın filmi olarak gördüğümüz Aslı Gibidir filminin Mayıs ayında Cannes’da görücüye çıktıktan yedi ay sonra yaygın gösterime sokulması, ülkemizin sinema dünyası açısından vahim bir duruma işaret ediyor. ABD’de çoktan DVD’ye düşmüş Deney ve 2009 yapımı Çapkın filmleri de bu durumu pekiştiriyor. Sinemanın gerçek özü açısından bunlar önemli sorunlar değil, ama sinema endüstrisi sadece yerli film üretiminden ibaret değil. Dünya sinemasının ülke seyircisine ulaştırılması hususu önem sırasının üst sıralarında yer alıyor.
Son olarak: Film seyredin, ama seyirci kalmayın.
Copie Conforme isimli kitabında kopya eserlerin de en az orijinalleri kadar değerli olduğu tezini savunan James Miller, Toscana’da bir sempozyum verir. Kendisiyle kitabı ve tezi hakkında konuşmak isteyen çocuklu dul bir kadınla (filmde ismi belirtilmiyor) buluşur. Oturdukları kafenin sahibesi tarafından evli oldukları zannedilir. Kadın bu yanlış anlamayı düzeltmez, hatta James de bu oyuna katılır. Gezintileri devam ederken oyun gittikçe gerçekçi bir hal alır. Kopya ve asıl arasındaki sınırlar kaybolur.
Filmin başlangıcında üzerinde durulan kopya ve orijinal meselesi kavramsal düzeyde devam ederken, kadın ve yazar arasındaki ilişkinin sahte bir evliliğe evrilmesi, ama bu evliliğin en az gerçeği kadar doğal bir varoluş hali göstermesi, yönetmenin en büyük ustalığı. Buna benzer bir kavramsal sinema yapan Derviş Zaim, kavramsal dertlerini hikayeyle bütünleştirmede maalesef bu seviyeye ulaşamadı.
Kadın ve erkeğin küçük İtalyan kasabasında dolaşırken yaşadıkları ilişki durumu, bunun gösterilme biçimi, seyircilerin neredeyse tümünü içeren kapsayıcılığı da Richard Linklater‘ın Before Sunrise (1995), Before Sunset (2004) filmlerini ve Woody Allen sinemasını (mesela 1979 tarihli Manhattan filmini) akla getiriyor. Bu anıştırma ister bilinçli isterse de bilinçsizce yapılmış olsun, filmin ve yönetmenin mantığıyla örtüşüyor.
Minimalist ama her daim deneysel sulara yelken açan Abbas Kiarostami, bu sefer Batı medeniyetinin göbeğinde bir gezintiye çıkıyor. Onun sinemasını bilenler hikayeden çok hikaye sırasındaki yolculuğa odaklandığını tahmin edecektir.Juliette Binoche‘un o bilindik üst düzey performansı yanında, İngiliz tenor William Shimell‘in ilk uzun metraj filminde gösterdiği ustalık hayret verici.
Biraz geç de olsa 2010’un en iyi filmlerinden biri gösterime girdi. Kaçırmasanız iyi olur…
[ Deniz Akhan ]
Çapkın
SpreadYönetmen: David Mackenzie
Senaryo: Jason Dean Hall
Oyuncular: Ashton Kutcher, Anne Heche, Margarita Levieva, Sebastian Stan, Ashley Johnson
Yapım: 2009, ABD, 97 dk.
Genç ve yakışıklı Nikki, zevk ve sefa dolu bir hayat yaşamak için Los Angeles’a gelen binlerce erkekten biri. Dişine göre zengin kadınları tavlayıp onların zenginliğinden doyasıya faydalanıyor. Son hedefi olan Samantha’yı pençelerine alıp istediği kıvama getiriyor. Ancak bir kafede garsonluk yapan Heather’la tanışınca yalan dünyasının sıvaları çatlıyor. Heather’ın da kendisi gibi bir servet avcısı olduğunu öğrendiğinde yaşadığı öfke, en zor zamanında Heather’dan gördüğü yardım ile minnete ve giderek artan bir aşka dönüşüyor.
Bir konformizm ve hedonizm eleştirisine soyunan film ne o dünyayı yansıtmada ne de karakterlerini derinleştirip somutlaştırmada başarı gösteremiyor. Bu yüzden yüzeysel bir tekrar olmaktan kaçınamıyor. Finale doğru romantik komedi klişesine evrilen film, finalde Hollywood kalıplarına yüz çevirse de dağınıklığını toparlayamıyor.
Ashton Kutcher, yapımcılığını da üstlendiği bu film ile Bradd Pitt gibi ciddi bir aktör olma endişesi taşıyor olabilir, ama çürük tahtaya bastığının farkına varması gerekli.
[ Deniz Akhan ]
Deney
The ExperimentYönetmen: Paul Scheuring
Senaryo: Paul Scheuring, Mario Giordano
Oyuncular: Adrien Brody, Cam Gigandet, Maggie Grace, Forest Whitaker, Clifton Collins Jr.
Yapım: 2010, ABD, 96 dk.
Ünlü Alman yönetmen Oliver Hirschbiegel‘in Deney (Das Experiment, 2001) filmi 1971 tarihli Stanford Hapishane Deneyini kurgusal bir hikayeyle aktarıyordu. (Michel Foucault, çığır açan Hapishanenin Doğuşu kitabını henüz yayımlamamıştı.) Bir grup öğrencinin mahkûm ve gardiyan olarak ayrılarak gerçekçi hapishane koşullarında 14 gün gözlemlenmesi şeklinde düzenlenen deney, öğrencilerin rollerini inanılmaz bir biçimde benimsemesi ve çıkan şiddetli çatışmalar nedeniyle henüz 6. günündeyken iptal edilmişti. Hirschbiegel, tıpkı gerçek deneyi düzenleyenler gibi, beden ve iktidar odağında durmamış, psikolojik etkileri daha da anlamlı kılacak bir kurgusal yol tercih etmişti. Filmin günümüzde ulaştığı kült seviyesi de başarısının tescili.
Paul Scheuring‘un yeniden çevrimi için ise kısaca işgüzarlık diyebiliriz. Orijinal filmi tekrarlamayı bırakın, hikayenin özünü akılsızca çarpıtıp sığ bir seviyeye düşürüyor. Şiddetin tonunu gittikçe yükselten ve kontrolden çıkan gardiyanları komplekslerinin kurbanı olarak göstererek, tartışmalı da olsa Stanford Hapishane Deneyinin sonuçlarını görmezden geliyor. Üstelik deneyin en önemli unsuru olan “gözleyen”i devre dışı bırakarak kurgusal mantık hatalarına boğuluyor. Oscar’lı iki başrol oyuncusunun performansı da içler acısı.
Eğer konu ilginizi çektiyse orijinal filmi seyredin. Orijinalini zaten seyrettiyseniz bu filmle vakit kaybetmek istemeyeceksiniz.
[ Deniz Akhan ]
Jonathan Swift‘in Guliver’in Gezileri eseri dönemin İngiliz toplumuna, iktidarına ve siyasetçilerine çuvaldızı batırdığı incelikli bir hiciv başyapıtıdır. Ama günümüzde zengin hayalgücüne yaslanan fantastik yapısı öne çıktı ve genellikle bir çocuk kitabı olarak görülmesine yol açtı.
Jack Black‘in başrolünde yer aldığı film eserin aslına sadık bir uyarlaması değil. Daha önce de pek çok örneğini gördüğümüz gibi, çağdaş bir Amerikalının klasik eserleri Amerikan bakışıyla ziyareti. Böylece eseri klasik giysilerinden soyundurup globalleşmiş Amerikan kültürüyle tekrar giydiriyor. Sadece eğlence vaat eden bu yapımdan keyif almanın ön koşulu da Jack Black’e sempati duymanız.
Hayde Bre Yönetmen: Orhan Oğuz
Senaryo: Orhan Oğuz
Oyuncular: Ertan Saban, İlker İnanoğlu, Nilüfer Açıkalın, Luran Ahmeti, Ayberk Koçar, Mehmet Esen
Yapım: 2010, Türkiye
Saadet (Nilüfer Açıkalın), kocası Osman (Ertan Saban)’la ve üç çocuğuyla birlikte, daha iyi şartlarda yaşayacağı umuduyla dolu olarak, öz memleketi Makedonya’dan ayrılmış, İstanbul’da mukim, kırklı yaşlarını süren güzelce bir hatundur.. Gelgelelim, aslan gibi kocasını her türlü aktiviteden yoksun bırakarak, bir et yığınına dönüştüren felç belası, onu hayat denilen savaşta yoldaşsız, silahsız ve erkeksiz bırakmıştır.. Saadet, kirasını ödemekte zorlandığı Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki bir dairede küçük oğlu ve onun da küçüğü ikiz kızlarıyla yaşamaya çabalarken, evinde ürettiği yapay çiçekler, geçinmelerini sağlayan tek gelir kaynağını oluşturmaktadır..
Makedonya’nın eski şampiyon pehlivanlarından olan Şabanaga (filme adını veren “Hayde Bre!” onun lafıdır.), karısının ölümü ve üvey kızı Saadet’in ısrarları üzerine köyünden ayrılarak İstanbul’a gelmiştir.. Şabanaga (Şevket Emrulla)’nın, istemeden geldiği, insanların karınca sürüsü gibi üzerine üzerine yürüdüğü bu koca şehre -hem de bu yaştan sonra- uyum sağlaması, mümkün değildir elbet.. Kızı, torunları iyidir, hoştur ama sıla hasreti de dayanılmazdır.. Hem o memleketinde -kızının sandığı gibi- yalnız kalmamıştır ki; kankası Vanya (Mustafa Yaşar), gönlünün ‘sürekli’ sultanı Avuş (Suzan Kardeş), bağı, bahçesi, hayvanları, yani tanıdığı herkes, bildiği her bi şeyin hepsi oradadır..
Saadet ve Şabanaga ana karakterleri üzerinden ilerleyen film, çocuklu ve yalnız kalakalmış bir kadının büyük şehirde tutunma çabalarını ve doğup büyüdüğü ve de kök saldığı topraklardan -bir süreliğine de olsa- koparılmış bir insanın içine düştüğü mutsuzluğu resmetmeye çalışıyor.. Hem de baya bi çalışıyor, lakin bir türlü beceremiyor.. En son Büyü adlı garip (garabet demek istemiyorum) filmiyle müşerref olduğumuz Orhan Oğuz‘dan, bunca yıllık tecrübesine rağmen, hâlâ üzerinden -kötü mânada- amatörlük akan, -öyle sanatsal bir iş beklemesek de- acemiliklerle mâlul filmler görmek, insanı üzüyor doğrusu..
Belli ki filmdeki varlığının sebeb-i hikmeti, devrimci denilen tiplerin ne kadar ahlâksız birer uçkur düşkünü ve inandıkları sapkın ideolojinin de bir üflemeyle dahi yıkılabilecek bir ‘kağıttan kale’ olduğunu -dosta düşmana- göstermek olan; İlker İnanoğlu‘nun göz süzerek ve rol keserek canlandırdığı, Saadet’in karşı komşusu ‘komünist doçent’ rolü, filmin -kuşkusuz ki- istemeden oluşmuş bir ‘komedi unsuru’ adeta..
Hayde Bre, ne kadar gerçektir bilemeyeceğim ama (burada senarist-yönetmene güvenmek gerekiyor) bize kültürel olarak yakın olsalar da bulunduğumuz yerden pek de bilemediğimiz bir halkı ve Avrupa’nın bir köşesindeki farklı bir yaşantıyı tanıtması açısından önemli bulduğum, diğer sinemasal ögeleri yerine getirebilmesi bakımından da yetersiz bulduğum bir film..
[ Numan Serteli ]
Kukuriku – Kadın Krallığı Yönetmen: Serkan Ok
Senaryo: Hasan Özsoy
Oyuncular: Levent Ülgen, Didem Erol, Serap Aksoy, Ayşen Gruda, Ceren Soylu
Yapım: 2010, Türkiye
Basın bülteninden: Adem ile Havva’dan bu yana uğruna kavgalar edilen, destanlara, edebiyatın unutulmaz yapıtlarına konu olan, sinemada her türlüsü işlenen KADIN-ERKEK ve aralarındaki iktidar savaşı, filmimizin ana temasını oluşturuyor. Bu savaş bazen komik, bazen traji-komik, bazen de trajik sonuçlar doğurmuştur. KUKURİKU: KADIN KRALLIĞI bunların hepsini içerir.
Filmin konusuna ve fragmanına bakınca Ersin Pertan‘ın 1993 tarihli Tersine Dünya filminin fantastik bir versiyonu olduğunu görebiliyoruz. Erkek ve kadın rollerinin yer değiştirilmesi belli bir empati olanağı yaratabilir, ama erkek egemen toplumun özüne ya da iktidar kavramına dair dişe dokunur bir şey söyleme imkanı olduğunu sanmıyoruz. Duyduğumuz yorumlar da kolayca gözden çıkarılabilecek bir film olduğu yönünde.
Memleket Meselesi Yönetmen: İsa Yıldız
Senaryo: İsa Yıldız
Oyuncular: Ahmet Uğurlu, Füsun Demirel, Tuna Orhan, Ahmet Kural, Bora Akkaş, Bekir Çiçekdemir
Yapım: 2010, Türkiye, 105 dk.
Adil Hoca (Ahmet Uğurlu), emekliliği yaklaşmış bir ilkokul öğretmenidir.. İnatçı ve doğrucu karakteri yüzünden yıllarca sürgün yiyerek Anadolu’yu dolaşmış Adil Hoca’nın yüzüne nihayet şans güler gibi olmuş da, memleketi olan Antalya-Gazipaşa’da öğretmenliğinin son günlerini geçirmek kendisine nasip olmuştur.. Annesi, karısı ve liseye giden oğluyla yaşayan, öğretmen maaşıyla da geçinmeye çalışan ‘Doğrucu Davut’ kişilikli öğretmenimizden en fazla şikayeti olan kişi, onun bu özelliğinden dolayı pek de rahat bir yaşantısı olamamış, karısı Nazife (Füsun Demirel)’dir.. Resmi görevi okulun hademeliği olsa da, Adil Hoca’nın tam tersi karaktere sahip biri olarak, menfaat hissettiği her yere, her işe anında yetişen Haceli (Tuna Orhan) de, ‘etinden sütünden’ her zaman nasiplendiği Hoca’nın -maalesef- en yakınındaki bir diğer kişidir..
Bir gün, yol üzerinde durmakta olan sahipsiz bir keçiyi kenara çekmek isteyen Adil Hoca, o sırada arabayla oradan geçmekte olan genç bir polisin kaza yapmasına neden olur ki; öğretmenimizin, üzerine yürüyen bu polisten okkalı bir tokat yemesi, filmin de ana mevzusunu başlatacaktır.. Gururu fena halde incinmiş olan Adil öğretmen, bu olayı giderek bir memleket meselesi haline getirir.. Kuşkusuz ki yılmadan vereceği ‘adalet mücadelesi’ çeşitli engellere takılsa da, bu yiğit adamı doğru bildiği ‘hak’ yolundan döndürecek güç, anlaşılan, baya bi tepelerde bir yerde olmalıdır..
Memleket Meselesi‘ni izlerken, sinemayı ve daha da çok da hayatı kendine dert edinmiş bir senarist-yönetmen hayal etmiştim ki daha sonra, bu ilk filmi sebebiyle TV’ye çıkan İsa Yıldız‘ı gördüğümde, kafamdaki o imajın tam da yerine oturduğunu fark ettim.. Ne söylediğini ve akabinde neler diyeceğini de gayet iyi bilen, bu ciddi ve mütevazı genç adamın, bu filmiyle belki tam olarak başaramadığını düşünsem de, yönetmenliğinin -kesinlikle- gelecek vaat ettiğini söylemekten, bir sinemasever olarak memnuniyet duyuyorum..
Filmin bir yerinde Adil Hoca’nın ağzından dökülen: “Sağcısı geldi cami dikti, solcusu geldi heykel dikti. Başka da bir yaraya merhem olan olmadı,” sözleri aslında bu filmin genel rotasını belirliyor.. Peki, sağcı da olsa, solcu da ya da Atatürkçü de -fazla da değil sadece bir anlığına- tarafsız düşünebilecek herkesin, sanırım hak vereceği bu ‘gerçekten doğru’ laf yüzünden, filmin fragmanının TRT denetimine takıldığını biliyor muydunuz? Hükumet yalakalığının zirve yaptığı bu ‘tırtsal’ sansür talebi, yapım şirketini -maalesef- geri adım attırmış olsa da benim filme yönelik sempatimi arttırdığını da gizleyecek değilim..
Hangi olayların ve nelerin, ne gibi özelliklerle haber değeri taşıyabileceği üzerinden, medya eleştirisinin de öne çıkarıldığı bu bir nevi siyasal komediyi, bazı klişelerle malul, ince mizahı da biraz göz ardı etmiş biçimde bulsam da, özellikle usta oyunculukların yardımıyla vasatı bulan kalitesiyle, bazı sahnelerini keyifle, genel olarak da rahatlıkla izlemek mümkün diye düşünüyorum..
[ Numan Serteli ]