Bu hafta vizyona giren üç filmden bir tanesi yılın en merak edilen yapımlarından olan Christopher Nolan imzalı Başlangıç. Alternatif arayanlar ise şanslarını Anneler ve Kızları ya da Yepyeni Bir Hayat ile deneyebilirler.
Başlangıç
InceptionYönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Christopher Nolan
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Joseph Gordon-Levitt, Ellen Page, Tom Hardy, Ken Watanabe
Yapım: 2010, ABD/İngiltere, 148 dakika
Christopher Nolan ile söylenmesi gereken ilk şey, onu bizi hiç hayal kırıklığına uğratmamış bir yönetmen olduğu. Bu da bir anlamda Başlangıç’a neden mutlaka gitmeniz gerektiği sorusunun yanıtı. Ardında Akıl Defteri (Memento), Kara Şövalye (Dark Knight), Prestij (Prestige), Insomnia gibi filmler bırakan Nolan’ın büyük bütçeli son filmiyle ilgili yurtdışından gelen tepkiler de gayet olumluydu.
Çok uzak olmayan bir gelecekte yeni bir iş kolu gelişmiştir: Bilinçaltı hırsızlığı. Hırsızlık, Cobb ve ekibindekiler gibi bu işin ustalarının kurbanın biliçaltına girmesi ve orada gizlenen fikirleri çalması şeklinde tezahür etmektedir. Cobb son işinde çuvallayınca paçayı sıyırmak için neredeyse herkesin imkansız olduğunu düşündüğü bir göreve evet demek zorunda kalır. Bu kez müşterisi ondan fikir çalmasını değil, bilinçaltına bir fikir yerleştirmesini istemektedir. Cobb bu zor görev için yeni bir ekip toparlar.
Filmdeki bilinçaltına seyahat kavramının realizasyonu üç aşağı beş yukarı Matrix filmlerindekiyle aynı. Kahramanlarımız gerçek hayatta biliçlerini kapatarak alternatif bir gerçekliğe geçiyorlar. Belki bu benzerliği daha fazla belirgin kılmamak için aksiyon sahneleri – biri hariç – Matrix filmlerindeki kadar fantastik değil. Ama Nolan’ın Batman kariyeri onun fazla fantastik sevmediğini göstermişti zaten. Nolan en gerçeküstü filmlerinde bile fazla uçmadan kendi gerçekliğini yaratmayı tercih etti.
Belki Nolan’ın en iyi filmi değil ve belki filmin hikayesi beklendiği kadar yenilikya da deha içermiyor ama yine de Başlangıç kusursuz işçiliği ve estetiğiyle müthiş bir sinema deneyimi. (Landlord)
Mother and Child
Anneler ve KızlarıYönetmen: Rodrigo Garcia
Senaryo: Rodrigo Garcia
Oyuncular: Naomi Watts, Samuel L. Jackson, Kerry Washington, Annette Bening
Yapım: ABD-İspanya, 2009 / 125’
Bir sağlık merkezinde terapist olarak çalıştığını tahmin ettiğim, ellili yaşlarını sürmekte olan ve annesiyle birlikte yaşayan Karen (Annette Bening), çevresine ve de insanlara soğuk, mesafeli tavrıyla hemen dikkati çeken bir kadındır..
Henüz on yedi yaşındayken doğurduğu bebeğini evlatlık vermiş, lisedeyken sevdiği erkeğini başka bir kıza kaptırmış, sonrasında da hiç evlenmemiş Karen, doğurduğu günden beridir hiç görmediği kızının doğum günlerini hep tek başına ve gizlice kutlamakta, hatta ona hediyeler almaktadır.. Ezelden beridir tortularını içinde biriktirdiği kadim derdiyle hayata karşı kaskatı hale gelmiş bu mutsuz kadının, yanına yaklaşan her cinsten kişilere karşı neden ön yargılı ve fazlasıyla kırıcı davrandığını anlamak hiç de zor değil..
Bir süre sonra annesini de kaybetmekle katmerlenen Karen’in yalnızlığı, içinde bulunduğu ruhsal durumu daha da ağırlaştırırken, meslektaşı bir adamın -ondan yansıyan her türlü olumsuz tavırlara karşın- ısrarla sürdürdüğü arkadaş olma girişimleri, bakalım meyvesini verebilecek, kadının kalbini kaplamış buz tabakalarını eritmeye yetecek midir?
Referansları ve iş tecrübesi fazlasıyla göz kamaştırıcı bir avukat olan Elizabeth (Naomi Watts), ilk kahramanımız Karen’e ‘tersinden’ benzeyen; ne baba ne de anne bilmeden büyümüş, işinde başarılı ama tam anlamıyla da ‘ıssız’ bir kadındır..
Karısını yıllar önce kaybetmiş yeni patronu olan Paul (Samuel L. Jackson)’ün kendisine yönelik ilgisini geri çevirmeyen Elizabeth, aralarında bayağı bi yaş farkı olan bu adamla ilişkisini oldukça kısa sürede, umduğumuzdan da öteye götürür..
Kusura bakmayın ama hemen eklemek zorundayım: Elizabeth, bir yemek sonrası evine attığı Paul’e öylesine müthiş bir atakla ‘sahip olur’ ki.. Bu müstesna manzarayla karşılaşan yazarınız -hemen ayağa kalkarak- yok sinemaymış, yok gösterimmiş, yok rol icabıymış falan dinlemeden, Naomi Watts‘ı büyük bir saygıyla alkışlar..
Sinemada şimdiye kadar gördüğüm bu en şahane sevişme sahnesi için yönetmeni de ayrıca kutluyorum..
Karen’in, hiç görmediği çocuğunu arama çabası göstermeye başladığı sıralarda, Elizabeth de, annesini bulmaya yönelik girişimlerde bulunur.. Bakalım kısmet!
Filmin üçüncü kadın kahramanı, bir türlü çocukları olmayan genç bir karı-kocanın dişi tarafı olan Lucy (Kerry Washington)’dir ve kocasıyla birlikte giriştikleri evlat edinme çabaları tüm hızıyla sürmektedir..
Üç ünlü Meksikalı yönetmenin, Alfonso Cuaron, Alejandro Gonzalez Inarritu ve Guillermo del Toro’nun yürütücü yapımcılığını üstlendiği, inanılmaz güçlü oyuncu kadrosuna sahipMother and Child, senaryosunu da yazan Rodrigo Garcia’nın yönettiği, yukarıda sıraladığım üç kadının bir yerde kesişen hayatlarını konu alan, oldukça dokunaklı bir dram..
Garcia‘nın en son bundan önce yaptığı, vasat bir gerilim filmi olanPassengers‘ı hatırlayacak olursak, o filmden böylesi kaliteli bir filme geçişin bayağı büyük bir adım olduğunu da görmüş oluruz..
Kadınlık ve annelik kavramlarını mercek altına alan bu filmi izleyen bencileyin bir erkeğin, ‘doğru’ duyguyu hissedebilmesi açısından, özellikle böylesi problemlerle yüklü bir kadın seyircideki etkilenme yoğunluğunun yakınından bile geçemeyeceğini düşünüyorum..
Yine de bu filme bazı eleştirilerim olacak tabii: Yapısı icabı, filmin yavaş ilerlemesine diyecek lafım yoksa da, bilhassa finale doğru oluşan, gereksiz açıklamalardan oluşan sarkma, oldukça can sıkıcıydı..
Avukat Elizabeth’in ruhsal durumunun pek sağlıklı olmasını bekleyemeyiz elbette ama ona, komşusunun kocasına musallat olacak derecede tam bir seks manyağı imajı verilmesini de yadırgadım doğrusu.. Tamam, bu ‘sürpriz’ filmi ilginç kılıyor belki ama Naomi Watts‘ın baştan beri çizdiği karaktere oldukça ters düşen bir zorlamayı da hissettiriyor..
Numan Serteli
Yepyeni Bir Hayat
Yeo-haeng-ja / A Brand New LifeYönetmen: Ounie Lecomte
Senaryo: Ounie Lecomte
Oyuncular: Sae Ron Kim, Do Yeon Park, Ah-sung Ko, Myeong-shin Park
Yapım: 2009, Fransa/G.Kore, 92 dakika
Ülkemizde 15. Gezici Festival ve 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin Genç Ustalar bölümünde gösterilen, yurtdışında pek çok ödül almış Yepyeni Bir Hayat (A Brand New Life), yaz günlerinin kuraklığı sayesinde vizyona girme şansı buldu. Doğrusu bundan şikayet etmenin hiç de gereği yok.
Kore asıllı Fransız yönetmen Ounie Lecomte, ilk uzun metrajında kendi özyaşam öyküsünü filmleştirmek gibi tehlikeli bir işe kalkışıyor. Tehlikeli, çünkü kişinin kendi hayatına, nitelikli bir eser için gerekli olan mesafeyle bakması çok güç. Ancak sonuca bakınca yönetmenin bu sınavı üstün bir başarı ile geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Filmin başında küçük kızımız Jinhee’yi, babasına aşkla bakarken görüyoruz. Bir beden ve ruh olarak kadraja giren babanın yüzünü görülmüyor. Çünkü Güney Kore’de bir Katolik yetimhanesine bırakılan Jinhee’nin anılarında silinip gitmiş. Sadece tek bir an için görüyoruz bu yüzü; baba, terketmenin acısı içerisinde Jinhee’ye bakarken -kısa bir süre için.
Tıpkı küçük Jinhee’nin dünyayı gördüğü gibi gri ve mat bir renk paletine sahip olan kamera, terkedilmişliğin ve bırakılmışlığın resimlerini ustalıkla çizmeye devam ediyor. Aslında hiçkimsenin dolduramayacağı, ama en azından katlanılır kılabileceği bir boşluk, yeni ayrılıklarla birlikte git gide büyüyor Jinhee’nin içinde. Pazar ayini sonrasında zengin Batılılar onlardan birini seçsin, sıcak ve refah dünyalarına alsın diye bütün sevimlilikleri ile dizilen çocuklar arasında, hiç gelmeyecek babasının umudunu ve dünyaya küskünlüğünü koyuyor önümüze Jinhee. Onun duygusal hezeyanlarına baktıkça öfke ve nefretin bazen ne kadar masumane olabileceğini anlıyoruz.
Çocuk oyuncu Sae Ron Kim’in büyüleyici performansı ile güçlenen film, duygusal olarak o kadar baskın ki, seyrederken yoğunluğundan kaçmak imkânsız. Ancak bir duygu sömürüsünden değil, duygusal tahrikten söz edilebilir belki. Anlatımdaki duruluk ve ustalık, benzer konuları sıkça işlemiş Türk sineması için de bir ders niteliğinde. Örneğin, Mahsun Kırmızıgül’ün Beyaz Melek filmine kötü derken örnek gösterebileceğimiz bir film.
Tabii filmin sonunda Jinhee’nin hayatı, koca bir dünya olup kalıyor kucağımızda ve hemen her zaman olduğu gibi “Ee, şimdi ne yapacağız?” diye sorduruyor. Herkesin buna farklı bir cevabı olacaktır: Kimi sinema salonundan çıkıp bütün sokak çocuklarına sarılmak isteyebilir, kimi Angelina Jolie kadar zengin olunca en az beş çocuğu evlat edinmek isteyebilir, ama (belli bir hüzün içinde bile olsa) yürüyeceğimiz, sadece yürüyeceğimiz ve bunun sadeceliğine katlanmamız gerekeceği daha büyük bir ihtimal.
Deniz Akhan