Bu hafta vizyona altı film giriyor. Bunların üçü yerli yapım: Van Gölü Canavarı ve Görünmeyenler kurmaca iken, Simurg tam da gündeme uygun bir biçimde açlık grevleriyle ilgili bir belgeselvari deneme. Yabancı yapımlar arasında ise hemen dikkati Operasyon: Argo çekiyor. Ünlü oyuncu Ben Affleck’in üçüncü uzun metraj filmi Operasyon: Argo, Hollywood’un Ortadoğu çıkarmasının kültürel ayağı olarak yorumlanabilir pekala. Operasyon: Argo’nun yanında Evrenin Askerleri serisinin dördüncü bölümü Evrenin Askerleri: İntikam Günü ve Havana’da Yedi Gün seyirci bekleyen diğer yabancı yapımlar. ‘Tersninja vizyon kolektifi’ iftiharla sunar!
Not: Geçtiğimiz haftalarda ‘Tersninja vizyon kolektifi’ne yeni bir yazar daha katıldı. Uzun zamandır sinema üzerine kalem oynatan, eski Akşam Gazetesi, Cinemascope Dergisi yazarlarından/editörlerinden Barış Bardakçı, bundan böyle bu sayfada değerleri yorumlarını bizlerle paylaşacak. Hoşgeldin diyoruz kendisine…
[xrr rating=2.5/5]
Yönetmen: Ben Affleck
Senaryo: Joshuah Bearman, Chris Terrio
Oyuncular: Ben Affleck, Bryan Cranston, Alan Arkin
Yapım: 2012 / ABD / 120 dk.
Good Will Hunting ile En İyi Orijinal Senaryo Oscar’ını kankası Matt Damon ile paylaşan Ben Affleck sonraki yıllarda sinemada ciddi bir çöküş yaşadı. Kendisinde oyunculuk hamurunun eksik olduğunu hissettirdi seyirciye hep. Sonrasında sürpriz şekilde yönetmenliğe el attı ve Kızımı Kurtarın (Gone Baby Gone) ile asıl yerinin kamera arkası olduğunu ispatladı. Hırsızlar Şehri (The Town) ile birlikte arka arkaya roman uyarlaması çeken ve karanlık suçların içinde temiz kalmaya çalışan insanların hikayesini anlatan Affleck, Operasyon: Argo’da (Argo) yaşanmış bir olaya el atıyor bu kez.
Argo’da Ben Affleck’i cezbeden başlıca unsur, içinde büyüdüğü sinema sektörüyle bolca dalgasını geçme imkanı bulması. Yıldız Savaşları’nın sinemanın gidişatını değiştirdiği bir dönemde, sektörün içinde dönen ‘aptalca’ gerçekleri tiye alıyor Affleck. Hem içinde bulunduğu için mutlu hem de ‘benim burada ne işim var?’ diyecek kadar şaşkın… Filmin gerilim tonuna bakılırsa yönetmenin 70’lerin klasik casus filmlerinden de bolca feyz aldığı görülüyor. Oyunculuğunu da belirgin oranda geliştirdiğini söylemek mümkün Affleck’in. Sadece bakışlarıyla konuştuğu iki sahnede tüm oyunculuk geçmişini silip yeniden yazar gibi…
İşin ideolojik tarafına baktığımızda ise hayli tehlikeli bir ‘öngörü’ sözkonusu. ABD’nin İran’a saldırma ihtimalinin arttığı, hatta sınırımıza Patriotlar’ın yerleştirildiği düşünüldüğünde Argo’yu, Amerika’nın kamuoyunu İran operasyonuna alıştırma provası olarak görmek de mümkün. Ülkesinde seyircinin filmi yere göğe sığdıramayışının sırrı, Affleck’in çizdiği ‘özverili gariban kahraman’ imajında gizli.
Argo’nun Oscar şansına gelirsek… Kahraman Amerikalı klişesini Hollywood esprileriyle süsleyen Affleck’ın Akademi’nin gözünde fazlasıyla parlayacağını kestirmek güç değil. Sadece yönetmen kategorisinde değil, erkek oyuncuda bile sürpriz yapabilir. John Goodman’a Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü hiç de uzak değil.
Müjde Işıl
***
[xrr rating=1/5]
Yönetmen: Ruhi Karadağ
Senaryo: Ruhi Karadağ
Oyuncular: Ali Ekber Akkaya, Çiğdem Kazan, Refik Ünal
Yapım: 2011 / Türkiye / 109 – Belgesel
Son yılların meselesiyle ön plana çıkıp sinemasıyla sınıfta kalan filmlerinden biri de, bir yıl vizyon yüzü bekledikten sonra bu hafta izleyicilerle buluşan Simurg. Delil İldan, Cafer Gürbüz, Refik Ünal, Çiğdem Kazan, Ali Ekber Akkaya ve Hüseyin Muharrem Gündüz 1996 senesinde yaşanan ölüm oruçları sonrası bedeninde hasar kalmış altı kişi. Uzun süreli açlık nedeniyle Wernicke-Korsakoff Sendromu’nun (WKS) çeşitli bulguları görülen ve yaşam mücadelesi vermeye başlayan bu altı isim, 2000 yılının 20 Ekim’inde açlık grevi olarak başlayıp 19 Aralık’ta ölüm orucuna dönüşen eylemlerde bir araya gelerek mahkûmlara ve ailelerine destek vermiş. Ruhi Karadağ da yaşananları filme alıp arşiv görüntüleriyle birleştirerek Simurg’u ortaya çıkarmış.
Mahkûmların kendi çektikleri görüntüler, koğuşlardan manzaralar ve “Hayata Dönüş Operasyonu” sırasında kaydedilen görüntüler etkileyici. Bu yıl 12 Eylül’de başlayan ve yakın zamanda biten ölüm oruçları da göz önüne alındığında belgeselin zamanlaması doğru, mesajı çok önemli. Ancak beyazperdede izlenen 104 dakikalık bir haber programı gözüyle bakmalısınız Simurg‘a. Geçtiğimiz yıl İstanbul ve Adana’dan, bu yıl İzmir’den ödülle dönen yapım ne yazık ki estetik anlamda zorlayıcı, belgesel tekniği açısından oldukça başarısız. Teşbihte hata olmaz; Simurg, Reha Muhtar döneminin Show TV Ana Haber Bülteni kıvamında kurgulanmış. Bir anda ekranı kaplayan dev yazılar, provokatif dış ses, tempo düşürücü ve kafa karıştırıcı ayraçlar, bitmek bilmez planlar…
Üstelik benim kişisel olarak çok rahatsız olduğum bazı mizansenler yaratılmış belgesel için. Filme destek olan WKS hastalarından yapamayacakları belli bazı aktiviteleri denemeleri istenmiş. Örneğin denge problemi olan birine çay taşıtılmış. Durumu belgelemek için de uzun uzun çekilmiş. Yaşadıkları hastalığın zorluğunu göstermek açısından kısmen gerekli olabilir ancak bu kadar çiğ ve zorlayıcı oluşu çok üzücü. İleri gidip bu sahnelere engelli istismarı bile denebilir. Amacın ölüm orucu sonrası ortaya çıkabilen WKS’nin ne kadar zor bir hastalık olduğunu olanca çarpıcılığıyla göstermek olduğunu savunanlar çıkabilir. Ancak konu edinilen kişilerle ilgili bıçak sırtı etik mevzuları eline yüzüne bulaştırmış Ruhi Karadağ. Kötü niyetli olmadığı ortada ancak sonuç kırıcı.
Amaç durumun vahametini göstermek, izleyeni uyandırmak diyenler; öznesini rencide etmeden seyircisini rahatsız edebilen incelikli işlerin varlığını hatırlayıp Simurg’a tutulan yüksek perde alkışın sadece konusuyla ilgili olduğunu itiraf edebilmeliler.
Mehmet Serkan Çellik
***
Evrenin Askerleri: İntikam Günü (Universal Soldier IV)
[xrr rating=1/5]Yönetmen: John Hyams
Senaryo: John Hyams, Doug Magnuson
Oyuncular: Jean-Claude Van Damme, Scott Adkins , Dolph Lundgren
Yapım: 2012 / ABD / 114 dk.
Popüler bir aksiyondan çok şiddet dolu bir korku filmi atmosferi yayarak açılır Evrenin Askerleri’nin dördüncü bölümü… Baştan kendi türünün şıpşevdi temaşacılarını gişede yakalamak ve aceleyle elde edip cebe indirme konusunda deneyimli yapımcılarıyla oyuna önde başlamak konusunda son derece başarılıdır. Üç filmdir savaşmaktan artık yorgun düşmüş, hadi koyalım adını “buruşmuş” iki yıldız eskisi Jean Claude Van Demme ve Dolph Lundgren’in artık sadece afişlerde kalmış isimlerini devam ettirmek adına finalde filmin esas çocuğu Scott Adkins’e madara olmaları, buna ek olarak Van Demme’ın soğukkanlı Japon balığı bakışı onların iflah olmaz serüvencilerini üzer mi bilinmez! Ama nedir Allah aşkına bir aksiyon filminde millet birbirini kırarken ailenin kutsanması? Hafıza kaybı ve anıların gerçekliği konularını kimbilir kaçıncı kere izliyoruz, sayar biri belki!
Evrenin Akerleri 4: İntikam Günü, 90’lı yılların aksiyon ruhunu canlandırmak için uğraşıp duruyor. Belli ölçülerde bunu başardığı söylenebilir. Ama bu tür filmler karşısında sinema sanatına mesafenizi değil dünya eğlence pazarına bakışınızı sorgulamanız gerekiyor. Levyelerle, beyzbol sopalarıyla birbirlerinin suratlarını parçalayan adamlar hangi görsel performansa, mesleki ahlaka, giderek sosyal sorumluluk ve ideolojiye servis yapmaktadırlar? Ölümün kurgusal rahatlığının günlük yaşama etkisini merak etmek, “eninde sonunda” bir sinema filmi için lüks müdür? Yoksa bulunduğumuz yer pek çok şeyin eni sonu mudur?
Barış Bardakçı
***
Havana’da Yedi Gün (7 dias en La Habana)
[xrr rating=1/5]
Yönetmen: Laurent Cantet, Benicio Del Toro…
Senaryo: Leonardo Padura
Oyuncular: Josh Hutcherson, Daniel Brühl, Emir Kusturica
Yapım: 2012 / Fra-İsp. / 129 dk.
Havana’da Yedi Gün (7 dias en La Habana) Leonardo Padura’nın kaleminden çıkan, birbirine pamuk ipliğiyle bağlı yedi kısa senaryonun yedi farklı yönetmen tarafından filme alınmasıyla oluşmuş bir yapım. Ve en az benzer projeler olan Paris, Seni Seviyorum (Paris, je t’aime) ve Seni Seviyorum New York (New York, I Love You) kadar işlevsiz. Kör göze parmak kıvamında ve mesaj kaygısıyla yoğrulmuş.
El Yuma: Benicio Del Toro’nun yönettiği bölümde Amerikalı genç bir film yıldızı iş gereği geldiği Havana’da bütün gün seksi kızların peşinde koşturuyor. Açlık Oyunları (The Hunger Games) filminde Peeta Mellark rolüne hiç yakışmayan John Hutcherson burada da seksi film yıldızından çok cinselliğe aç bir ergene benzediğinden, rahatsız edici bir hava oluşmuş. Kısa film, günün sonunda kendisiyle otele gitmeyi kabul eden tek kadının travesti olduğunu öğrenen yıldızımızın verdiği alçak gönüllü ve iç bayıcı kararla sona eriyor.
Jam Session: Pablo Trapero’nun yönettiği bölümde Emir Kusturica kendini canlandırmış. Layık görüldüğü ödülü almak için Havana’ya gelen usta, memleketinde bıraktığı bir gönül problemini telefonla çözmeyi denerken kendisini alkolün ve güzel müziklerin kucağına bırakıyor.
La Tentación De Cecilia: Julio Medem’in yönettiği bölümde Kübalı genç bir şarkıcı ile onu İspanya’ya götürmek isteyen menajer arasındaki aşk ilişkisi konu edilmiş. Yedi kısadan klasik sinemaya en yakın duranı.
Diary of a Beginner: İsrail doğumlu, ödüllü yönetmen Elia Suleiman’ın bölümü başrolde kendinin olduğu bir “turist gözüyle” filmi. Havana’da kaldığı otel odasında bavulunu bile boşaltmadan sürekli yerel haberleri izleyen Suleiman, gün içerisinde de parkları ve hayvanat bahçelerini geziyor. Günlük yaşamın içindeki insanların ülkedeki siyasi çalkantılarla ilgilenmediği gibi bir sonuca varmayı en basit sinemasal tercihlerle deneyen bölüm oldukça başarısız.
Ritual: Yedi filmin en ilginci beklendiği üzere Gaspar Noé’ninki. Kızları başka bir kızla yakınlaştı diye içine kötü ruhların girdiğini varsayan bir ailenin düzenlediği ürkütücü arındırma ayini görselleştirilmiş. Elbette Noe’nin takıntılı tercihleri ve ritmik müzik eşliğinde.
Dulce Amargo: Tıp hekimi ve televizyon yorumcusu Mirta para kazanabilmek için evde pasta yapmakta ve bunu herkesten saklamaktadır. Juan Carlos Tabío’nun yönettiği bölüm Havana’nın ekonomik durumunu ve sınıflarını yumuşak bir öyküyle gözler önüne sermeyi denemiş.
La Fuente: Martha adlı kadın Meryem Ana’nın penceresinde belirdiğini söyleyip, o akşama kadar büyük bir davet verilmesi gerektiğine dikkat çekince tüm mahalle işleri zamanında yetiştirmek için harekete geçiyor. Laurent Cantet’in yönetmenliğindeki son bölüm ülkenin dini gelenekleri ve varoşlardaki ilişkiler üzerine.
Mehmet Serkan Çellik
***
[xrr rating=1/5]
Yönetmen: Melikşah Altuntaş
Senaryo: Serhat Hasanoğlu, Caner Özyurtlu
Oyuncular: Nihan Okutucu, Duru Ok, Deniz Özmen
Yapım: 2012 / Türkiye / 83 dk.
Ne zaman yerli bir korku filmi gösterime girecek olsa, beni bir korku alıyor. Filmi izleyeceğimiz salonda ışıkların kararmasına kadar süren bu korku ne yazık ki, çoğunlukla korkma nedenlerimi haklı çıkarıyor. Ve, gene “yapılamamış”, klonlanmış, türün estetiğini kavrayamamış bir filmle karşı karşıya olduğumu anlıyorum.
Görünmeyenler de, izlediğimde, karın ağrısı yaratan bir film. Estetiği sinema bölümü öğrencileri kadar anlayan ve uygulayan, kendisi olamayan, ve en önemlisi de ortaya çıkardığı eseri değil, yaratıcısını seven bir film.
Amerikan korku sinemasının klişesidir; bir aile yeni bir eve taşınır. Ama, evi onlardan once “işgal etmiş” ruhlar, onları pek sevmezler. Kapışırlar. Genellikle insan galip gelir. Ama, bu arada da, seyircinin yüreği ağzına gelir. Brian de Palma gibi uluslararası korku sinemasına yön vermiş yönetmenler veya eskiden şimdiki kadar popular olmayan vampir serileri vs. her türden ve her yönetmenden söz ederken mutlaka süjesi yaklaşık böyle bir hikayeye dayanan bir filmden söz edebiliriz.
Korku sineması için oldukça elverişli bir mekan/tema bütünselliği sunduğu varsayılsa da, aslında seyirciyi ikna etmesi ve “içine alması” oldukça zor bir sinematografik düzlemden söz ediyoruz. Nitekim, Görünmeyenler de, olayın zorluğunun farkında olmayan bir “işçilik” ile, elindeki fırsatı, kelimenin gerçek anlamıyla tepiyor.
Görünmeyenler‘in bence en önemli zaafı, filmin her karesine sinmiş olan, seyircisiyle alay etme tavrı. Filmin yaratıcıları izleyici ile neredeyse dalga geçiyorlar. Yaptıkları sinemaya saygı duymadıkları kesin. Kendi başına bir hikayesi olan filmi kamerayı sallayarak ve ses efektleriyle korku sinemasına dönüştüreceğini sanmak zaten başlı başına bir “problem”. Daha da fenası mizansenlerin sadece efektlerle kotarılacağına duyulan aşırı güven. İzlerken her karesinde, stüdyo teknisyenlerinin “montajda hallederiz abi” telkinini iliklerime kadar hissetmedim, desem yalan olur!
Korku sineması, herşeyden önce bir temadır, fikirdir. Dünyanın en önemli ve seyircinin en çok izlediği filmlere bakın, hepsinde hikayenin temelinde bir fikri dayanak olduğunu görürsünüz. Efekt, atmosfer çalışması bu fikri tamamlayan unsurdur. Ancak, Görünmeyenler filminin yaratıcıları korku sinemasına dair en önemli noktayı ıskalamışlar. Sıradan bir sinema izleyicisinin yorumuyla film yapmaya kalkışmışlar.
Görünmeyenler harikalar yaratabileceği malzemeyi berbat eden çokbilmiş bir aşçının rezil yemeği gibi, mide bulantısı yaratıyor. Elbette, korkudan değil. Yaşanan hayal kırıklığından. Yönetmen ve yazarların sinemada kalmak veya korku filmleri çekmeye devam etmek gibi bir niyetleri varsa, umarım bu eleştiri ve uyarıları dikkate alırlar. Ama, herşeyden önce, sinemayı ve içine girdikleri türü sevmekle işe başlamalılar.
Ali Rıza Özkan
***
Yönetmen: Mehmet Bükülmez, Caner Aygen
Senaryo: Çetin Yeltekin, Hüseyin Kırca, Mustafa Çetin
Oyuncular: Selahattin Taşdöğen, Ceylan Yılmaz, Naci Taşdöğen
Yapım: 2012 / Türkiye