Vizyona giren film sayısında bir artış var. Özellikle bu hafta, birbirinden farklı seyirci kitlelerine hitap eden başarılı filmlerin bolluğu ile dikkat çekiyor. Bireysel açıdan haftanın filmini seçmek kolay olabilir, ama bir ortalama tespit edip nokta atışı yapmak mümkün değil. İçimdeki Yangın‘ı büyük sözleri sinemaya ihanet etmeden söyleme becerisi gösterdiği için seçtik. Ama başarılı çizgi roman uyarlaması Thor‘u, leziz bir sinematografiye sahip olan Beni Asla Bırakma‘yı göz ardı etmiyoruz. Herkese iyi seyirler…
Beni Asla Bırakma, alternatif bir gerçeklikte geçiyor (Fringe ve Lost seyredenler bu terime fazlasıyla aşinadırlar). 70’li yıllarda organ ihtiyacının klonlardan temin edildiği bir gerçeklik bu. Özel okullarda yatılı olarak eğitilen bu klonlar belli bir yaştan sonra kasaplık koyun gibi organlarını teker teker vermeye başlıyorlar. Üçüncü organ ‘bağış’ını görenler parmakla sayılacak kadar az.
Konuya bakınca akla Michael Bay‘in aksiyon budalası filmi Ada (The Island, 2005) geliyor, ama Beni Asla Bırakma‘nın dünyasında klonlar sahte bir cennetle kandırılmıyor. Daha küçük yaştan itibaren neden ‘yaratıldıklarını’, hangi amaç uğruna erken yaşta hayata veda edeceklerinin farkındalar. Film bu klonlar içinde üç arkadaşa ve aralarındaki aşk üçgenine odaklanıyor.
Filme dair seyircinin kafasını en çok kurcalayan soru da klonların bu kabullenmişlik halleri; uğruna ölmeyi değil, yaşamayı isteyecekleri büyük bir aşka sahip karakterlerin kuzu kuzu ameliyat masasına yatması, hatta bundan mutluluk duyması. Çünlü film, belli insanların yaşamlarını kurtarmak için klonların canlarına kastetmenin nasıl normalleştiğini anlatmıyor. Çoğu izleyicinin eleştirdiği bu husus, aslında filmin en önemli erdemi. Benimseyemediğimiz, bize yabancı olan bir toplumsal konsensüsü göstererek gündelik hayatta artık varlığını unuttuğumuz, nefes alır gibi benimsediğimiz normları hatırlatıyor (askerlik, evlenmek, çocuk yapmak, iş sahibi olmak vb bunlardan sadece bir kısmı). Bu açıdan Louis Althusser‘in İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları kitabı temelinde tartışılabilecek büyük bir meseleyi hikâyesinin gizli katmanlarına yediren, yönetmenliği ile olduğu kadar son dönemin genç yıldızları Andrew Garfield, Keira Knightley ve Carey Mulligan ile daha da parlayan sağlam bir disütopik drama.
[ Deniz Akhan ]
Erkeklerin seks, arabalar ve futboldan başka bir şey düşünmediği söylenir. Hızlı ve Öfkeli serisi daha önce güzel kadınlar ve arabalarla tavladığı erkekleri bu sefer gayrıresmi dini futbol olan Brezilya’ya götürerek üçlüyü tamamlıyor.
Sabun köpüğü olsa da vaat ettiğini karşılayan ilk Hızlı ve Öfkeli ekibi (Michelle Rodriguez’in eksikliğine rağmen) yeniden bir araya geliyor. Arabalar kulakları sağır eden gürültüleriyle yollardan şimşek hızıyla geçiyor, kadınlar güzel, erkekler güçlü ve yakışıklı, soygun heyecanı kana adrenalin pompalıyor… Yani her şey bildiğiniz gibi. Seriyi beğenenler bu filmden de keyif alacaklardır.
Kung fu ve panda… Ne kadar orijinal(!)
Uzun metraj animasyon son derece zahmetli ve büyük bütçeler isteyen bir iş. Gişe şampiyonu olmuş son dönem filmlere baktığımızda bütçelerinin ne kadar dudak uçuklatıcı olduğunu görebiliyoruz. Panda: Sihirli Yol bu açıdan profesyonel ligin en alt klasmanında deplasman maçına çıkıyor. Yani, animasyon seven büyüklerin tercih edeceği bir film değil. Ancak sevimli karakterlerin hepsine cömertçe kucak açan çocuklar bizim gibi sorgulamalara girişmeden bu filmin tadını çıkaracaktır.
Pina 3D Yönetmen: Wim Wenders
Senaryo: Wim Wenders
Oyuncular: Pina Bausch, Regina Advento, Malou Airaudo, Ruth Amarante
Yapım: 2011, Almanya / Fransa / İngiltere, 106 dk.
Alman dışavurumcu dans akımından yetişmiş ve dans tiyatrosunun en önemli ismi olan Pina Bausch‘un dünyası önemli yönetmenlerden Wim Wenders‘ın 3 boyutlu kamerası ile beyaz perdeye taşınıyor.
Kareografilerinde dekora önemli bir ağırlık veren Pina Bausch‘un çıplak gözlere (tabii ilgi duyan gözlere) ziyafet çeken sahnesinin 3 boyutlu da olsa perdede aynı doyumu vermesi mümkün değil elbette. Ancak sinemadan beklenen de bu değil. Wenders seyircinin sahnedeki gösteriye kapılmasını neden olacak o bilindik sinemasal kandırmacaya başvurmak yerine; dansçıların hazırlık aşamalarını, hatta sahne önündeki izleyicileri de kadrajına sokarak belli bir yabancılaşma yaratıyor. Böylece filmin katmanlar açısından daha da zenginleşmesini sağlıyor. 2009’da hayata veda eden Pina Bausch‘un mirasını merak edenler için kaçırılmayacak bir film.
Ergenlik büyük bir travma. Ancak bu travmanın nedenini hormonal dengenin bozulmasına ya da çocukluktaki dünya algısının zorunlu değişimine bağlamak yeterli değil. Sinemada önemli bir yer işgal eden gençlik/ergenlik dramları bunu göz ardı eder. İyi örnekleri ise “Başka bir dünya mümkün” mottosunu seyircinin aklına kazırlar.
Tehlikeli Tutkular‘ın bu sınıfa dahil olduğunu söylemek mümkün değil. Farklı karakterlerdeki iki arkadaşın bir kızı elde etmek için giriştikleri bahsin fitilini ateşlediği film, özellikle Harry Potter serisinde kendine hatrı sayılır bir hayran kitlesi kazanan Rupert Grint sayesinde öne çıkıyor. Zaten filmin İngiltere’de vizyona girmesinin sebebi de bu hayran kitlesi.
Thor Yönetmen: Kenneth Branagh
Senaryo: Ashley Miller, Don Payne
Oyuncular: Natalie Portman, Chris Hemsworth, Kat Dennings, Anthony Hopkins, Ray Stevenson, Idris Elba
Yapım: 2011, ABD, 130 dk.
Amerikan ana akım çizgi roman dünyasında efsane olan Stan Lee‘nin İskandinav mitolojisinden devşirdiği Thor, son dönemde süper kahraman trendine kapılan Hollywood’un son uyarlaması. Asgard’ın baş tanrısı Odin tarafından küstahlığı ve kendini beğenmişliği nedeniyle tanrısal güçlerinden koparılıp Dünya’ya gönderilen Thor, kardeşi Loki’nin tuzaklarından ve oyunlarından kurtulup şimşeklere hükmeden çekicine ulaşarak Asgard’ı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyor.
Amerikan çizgi romanlarının temel niteliği olan sürekli değişim, çağın ruhuna uyum özelliği Thor’u da etkiledi. Ancak temel olarak Yunan tragedyalarının basmakalıp normlarına uygun tavırlar sergileyen bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Yani azamet, eski usül hitabet, ulvi değerler vb vasıflara sahip bir karakter. Hal böyle olunca İngiliz tiyatrosunun Shakespeare geleneğinden gelen oyuncu/yönetmen Kenneth Branagh hiç de yadırganacak bir seçim değil. Fiziksel olarak Thor karakterine çok uygun olan Chris Hemsworth‘un Natalie Portman ve Anthony Hopkins gibi önemli ve yıldız oyuncularla desteklenmesi de işe yarar bir formül. Set tasarımları da bütçesinin hakkını veren güzellikte. Sonuç olarak gayet tatmin edici bir çizgi roman uyarlaması var karşımızda.
Denis Villeneuve, 2009 tarihli Polytechnique ile sinema severlerin dikkatini çekmiş bir yönetmen. En iyi yabancı film kategorisinde Oscar adayı olmuş son filmi İçimdeki Yangın ile başarısının tesadüf olmadığını, nitelik açısından uzun ömürlü bir sinema hayatı yaşayacağı vaadini pekiştiriyor.
Ölen annelerinin vasiyeti nedeniyle Ortadoğu’ya gidip katman katman sırlar arasında ilerleyen ikiz kardeşleri merkezine alan film bölgenin vahşet cenderesinde Batılı bakışa yüz vermemesi, içeriğini aktarmak için sinemasından taviz vermemesi ile senenin en öne çıkan yapımlardan biri. Doğal olarak da son derece kısıtlı bir kopya sayısı (sadece sekiz) ile vizyonda. Dolayısıyla seyretmek isteyenlerin ellerini çabuk tutması gerekiyor.
Zefir Yönetmen: Belma Baş
Senaryo: Belma Baş
Oyuncular: Şeyma Uzunlar, Vahide Gördüm, Sevinç Baş, O. Rüştü Baş, Fatma Uzunlar, Harun Uzunlar
Yapım: 2010, Türkiye, 93 dk.
İşi dolayısıyla dünyayı gezen annesinin, Karadeniz yaylalarında yaşayan anneanne ve dedesinin yanına bıraktığı başına buyruk küçük kız Zefir’in hikayesini anlatıyor Belma Baş’ın filmi. Büyükbabasıyla, çoban çocuğuyla, ineğiyle “bunalımlı bir Heidi öyküsü” diye yaftalasak yeri aslında. Ama enerji dolu Heidi öykülerinin aksine Zefir’de zaman Don gibi durgun akıyor. Yayla gibi bu dünyanın dışındaymış izlenimi veren bir yerde, doğrusu da bu herhalde. Hele bir de filmin ana kahramanı Zefir’in annesinin yolunu gözleyen bir çocuk olması, zamanın geçmek bilmemesi daha anlaşılır kılıyor bu durumu. Evde beslediği salyongozları belki bunun için sevmekte ve onları bir film gibi izlemekte Zefir. Onların zamanı umursamamasını kıskanmaktadır. Belki de temposuz filmin sıktığı seyirciye gönderme yapmakta, “Bakın benim sizden farkım yok, sıkıverin biraz işte dişinizi” demekte. Annenin gelmesiyle, anne kız arasındaki gerilimin artmasıyla tempo kazanan film Haneke usülü kanı donduran bir sürprizle bitiyor. Önemli bir kadın filmi kanımca Zefir. Modern zamanın esnettiği annelik müessesini ve sorumluluklarını ve elbette “yavruların” bu yeni durum karşısındaki halet-i ruhiyelerini varoluşçu bir yaklaşımla etüd ediyor. Semih Kaplanoğlu sinemasını akla getiriyor.
[ Landlord ]
[poll id=”148″]