Her yıl takvimlere bakıp cumaya ya da pazartesiye denk gelen bir resmi bayram arayanlardan değilim, ama mesai makinelerinde kıyılanlar adına Cumhuriyet Bayramı sayesinde hafta sonunun uzamasına seviniyorum. Bu kadar soğuk ve yağmurlu olmasaydı daha iyi olurdu elbette, ama eğer sinema ile avunabiliyorsanız melankolisine rağmen içinizi ısıtacak Sihirbaz‘ı tavsiye ederim. Bu kısa tatili biraz daha doldurmak istiyorsanız Nefes Nefese‘yi de listenize ekleyin. İyi bir Türk filmi izlemek isteyenler ise vizyona değil DVD’lere baksınlar.
Kubilay Yönetmen: Faik Ahmet Akıncı
Senaryo: Faik Ahmet Akıncı
Oyuncular: Arda Kural, Ünsal Emre, Selahattin Taşdöğen, Özcan Varaylı, Yalçın Mıhçı, Cumhur Sarı
Yapım: 2010, Türkiye
23 Aralık 1930’da İzmir’in Menemen ilçesinde şeriat isteyen bir topluluğun yedek subay Mustafa Fehmi Kubilay‘ı başını keserek katletmesi genç Türk Cumhuriyeti’ndeki ikinci önemli irtica hadisesi olarak görülüyor. İlki Şeyh Sait isyanı, ama o isyan bir taşla iki kuş misali, konjoktüre göre Kürt isyanı olarak da görülüyor. Böylece statüko meşruiyetini kanıtlamak için yeterli tarihi olaya (irtica tehdidi ve Kürt ayrılıkçılığı) sahip oluyor.
Kubilay Olayı önemli, çünkü Türkiye’deki rejimin reflekslerini belirleyen bir olay. Son dönemdeki “eksen kayması” tartışmalarında çok da ön plana çıkarılmaması ilginç, aynı şey Halide Edip Adıvar‘ın Vurun Kahpeye romanı için de geçerli (referandum hezimetinden sonra günümüze uyarlamayı düşünen yok mu?). Yönetmen Faik Ahmet Akıncı bu boşluğu doldurmaya girişmiş anlaşılan. Ne de olsa Turgut Özakman ve Genelkurmay’ın desteği de var arkasında.
Filme basın gösterimi yapılmadığı için hakkında gerçek anlamda bir bilgim yok. Ancak filmin fragmanı ve Nene Hatun: Aziziye deneyimi bir kez daha hatırlattı ki tarihi filmlerimizdeki ideolojik tartışmalar bir yana, teknik anlamda daha çok uzun bir yolumuz var. Kubilay‘ın da ağzından büyük lokma çiğnemeye çalıştığı çok belli. Bunu kendi gözlerimle görmek için sinemanın yolunu tutmaya da hiç niyetim yok. Fragmanı bile yeterince kötü.
xxx
Ülkemizde ilk kez geçtiğimiz Filmekimi‘nde gösterilen filmin konusu şöyle: Los Angeles Bölge Savcısı Paul Chaney ve karısı Diane, ender görülen bir akciğer hastalığına yakalanan kızları Chloe için organ bağışı beklemektedir. Ancak arz ve talebin çok acımasız olduğu ABD’de pek şansları yoktur. Kanunlara ve etik kurallara oldukça bağlı olan Paul, kızını göz göre göre kaybetmektense organ mafyasına başvurmayı göze alır. Meksika’nın Tanrıkent’i Tijuana’ya çıktığı yolculuk, sadece tehlikelerle değil, ahlaki çatışmalarla doludur.
Film sadece bir hastalık draması değil; güçlülerin acımasızlığı ve yolsuzluğun pençesinde kıvranan yoksul dünyayı, zaten yokluklar içerisindeki bu dünyanın ne şekillerde sömürüldüğünü, bir insanın sevgisi ve vicdanı arasında kalışını da aktarmaya çalışıyor. Bunu yapabilmek için biraz zorlama bir finale gidiyor, ama sinemadan verilen bu tavizi kötülemeye de dilim varmıyor.
İlk olarak 101 Reykjavík filmiyle ismini duyuran İzlandalı yönetmen Baltasar Kormákur, pek çok unsuru birarada taşıyan bir senaryoyu doğal ve akıcı bir tempoda aktarmayı başarıyor. El kamerası kullanımı Iñárritu‘yu hissettiriyor, ama onunki kadar hareketli değil ve keskin kurgu anlayışından uzak. Meksika’da geçen her filmin olmazsa olmazı haline gelen sarı tonlu görüntü yönetimi de filmin güçlü yanlarından. Sonuç olarak haftanın en seyre değer filmlerinden biri…
xxx
Nene Hatun: Aziziye Yönetmen: Avni Kütükoğlu
Senaryo: Avni Kütükoğlu
Oyuncular: Açelya Elmas, Barış Koçak, Mehmet Esen, Betül Şahin, Serdar Gökhan
Yapım: 2010, Türkiye, 90 dk.
29 Ekim vesilesiyle sinemalarımızı işgal eden bir sinema faciası. Her detayı bir başka kötü: Filmin basın bültenleri, hikâyenin hem günümüzde yoksunluklarla mücade eden bir kızın hem de Kurtuluş Savaşı’nın en bilinen kahramanlık figürlerinden Nene Hatun‘un aktarıldığı çift kanallı bir yapıya sahip olduğunu aktarıyordu. Ama günümüzde geçen sahneler, sanki montajda atılan beğenilmemiş çekimler gibi tümden çıkarılmış. Bütçesine, olanaklarına bakmadan çekilen savaş sahneleri resmi törenlerde sergilenen temsili düşman işgali seviyesinde. Zorlu bir savaşın aktarıldığı sahneyi hazırlayan sanat yönetmenliğinin misafirlere ayıp olmasın diye bütün tarihi kıyafetleri ve çadırları tertemiz tutması da övülmeli (oysa “Kirlenmek güzeldir,” diyor bir deterjan firması). Filmin çok iddialı olduğu müziklere imza atan Mustafa Ceceli, dönem filminde pop baladı seslendirerek cesur bir sentez denemesinde bulunmuş, ama parsayı “Büyüttüm besledim, asker eyledim / Gitti de gelmedi canan buna ne çare” türküsüyle toplamayı da ihmal etmiyor. Yeşilçam’dan tanıdığımız aktörlerin nasıl bir performans sergilediğini aktarmaya gerek yok. Ama genç oyuncuların şivelerindeki İstanbul tonu, Erzurum şivesinin üstesinden başarıyla gelen diğer oyuncuların yanında iyice sırıtıyor. Nuri Alço ve saz arkadaşlarının Rusça diyaloglarına yapılan Türkçe seslendirme ise filmin en önemli mizahi unsurlarından biri. Filme ismini veren Nene Hatun ise sadece bir yan karakter seviyesinde işlenmiş.
Ancak filmin en büyük kusuru kötü olması değil. Dünyada pek çok kötü film var, ama sinema ayakta. Çünkü sinema bir idealdir; mesela Türkiye’den hiç iyi film çıkmasa eksik kalır, ama tek bir iyi filmle bile yaşayabilir. Nene Hatun‘un en büyük kusuru, kahramanlık söylemlerinin arkasında bu ülkenin bazı vatandaşlarına yönelik şovenist horgörüyü besleyen bakışını saklaması. Filmde gösterilen üç-beş Ermeni var ve hepsi de hain, hepsi de “kansız”. Ancak bu filmi yapanlara soracak olursanız elbette böyle bir tutum olmadığını, filmdekilerin bütün Ermenileri temsil etmediğini söyleyeceklerdir. Böylesine şematik ve didaktik bir anlatıda en azından denge olsun diye “kansızlık” yapmayan bir tane bile Ermeni olmamasını da hikâyenin gerekliliğine bağlayacaklardır. Ne de olsa laik, ama azınlıkları dini esasa göre belirleyen kollektif bir ikiyüzlülüğün ardında yaşıyoruz. Bu filmi seyreden ya da seyretmeyen Ermenilerden birinin özür dilemesi gerek. Ancak bir Ermeniyi öldürdü diye karakollarda kahramanlar gibi karşılanan ve taş atan çocuklarla aynı statüde yargılanan Ogün Samast ve arkasında gizlenen abilerin yaşadığı günümüzde bu özürün gelmeyeceği de çok açık.
xxx
Sihirbaz
L’illusionnisteYönetmen: Sylvain Chomet
Senaryo: Sylvain Chomet, Jacques Tati
Seslendirenler: Jean-Claude Donda, Edith Rankin
Yapım: 2010, İngiltere / Fransa / Galya, 90 dk
Bellville’de Randevu (Les triplettes de Belleville, 2003) gibi bir animasyon başyapıtına imza atan Sylvain Chomet, daha az biçimsel ama daha melankolik bir filmle karşımızda. Bu sefer Fransız mim ve komedi ustası Jacques Tati‘nin senaryosunu kendine has bir dokunuşla aktarıyor.
Filmde artık zamanı geçmiş bir sihirbaz ve onun göz aldatmacalarını gerçek zanneden İskoç kızı Alice arasındaki ilişki, kelimelerin sarf edilmediği görsel bir şölen içinde anlatılıyor. Jacques Tati‘nin çizgili temsili olan Sihirbaz, Charlie Chaplin‘in Sahne Işıkları (Limelight, 1952) filminden tutun da Yavuz Turgul‘un Gölge Oyunu (1992) filmine kadar geniş bir yelpazede seyrettiğimiz anakronik sahne karakterlerinden biri. İdeal hayranına kavuşan Sihirbaz, neredeyse kendisi de inanacak gerçek bir sihirbaz olduğuna, ama Alice’i bu yalana inandırmak için hayatın gerçeklerini sırtlanmak zorunda. Her şeye katlanmaya razı, ama zamanı durdurmak imkansız ve Alice şehrin ışıkları altında daha da hızlı büyümekte.
Büyüklere çizgi film yapan Sylvain Chomet, bana göre Bellville’de Randevu’yu aşamıyor, ama asla hayal kırıklığına da uğratamıyor. Kaçırmamaya çalışın.
xxx
Son Ayin
The Last ExorcismYönetmen: Daniel Stamm
Senaryo: Huck Botko, Andrew Gurland
Oyuncular: Patrick Fabian, Ashley Bell, Louis Herthum, Iris Bahr, Tony Bentley
Yapım: 2010, ABD, 87 dk.
Film, küçük yaşta vaizliğe ve şeytan çıkarmaya başlamış bir adamın, oğlunun hastalığı sırasında yaşadığı inanç krizinin ardından, şeytan çıkarma sahtekarlığını ifşa etme çabasını anlatıyor. Bunun için bir çekim ekibiyle anlaşıp işin bütün hilelerini göstermek üzere, kendisine gelen ilk mektubun sahibine gidiyor. Karısının ölümünden sonra dış dünyayı bir tehdit olarak gören, kızı ve oğlunu boğucu denetimine hapseden bir babaya bütün marifetlerini gösteriyor, ama masumluğun ete kemiğe bürünmüş hali olan Nell’de durum hiç de sandığı gibi değil.
Son Ayin, korku türünün alt dallarını harmanlayan bir yapıya sahip. Sürekli el kamerasının kullanılması Blair Cadısı (The Blair Witch Project, 1999) ve Cloverfield (2008), inanç krizi yaşayan rahip ve şeytan çıkarma töreni Şeytan (The Exorcist, 1973), hamilelik meselesi de Rosemary’nin Bebeği (Rosemary’s Baby, 1968) gibi bilindik filmlerden ödünç alınmış. Ancak el kamerası kullanımında Cloverfield gibi kendi mantığına ihanet ediyor, inanç krizi meselesini sadece bir bahane olarak kullanıyor, Rosemary’nin Bebeği gibi insanı diken üstünde oturtan bir gerilime sahip değil.
1,8 milyon $ gibi bir bütçeyle 40 milyon $ civarında hasılat yapan bir film hemen dikkat çeker, ama biz bu işin üstadı olan Blair Cadısı filminden efsunluyuz. Buna rağmen korku sinemasında vasat örneklere de razı olanlar filme şans verebilir.
xxx
Animasyonun babası sayılan Walt Disney, sadece coşkun hayalgücünü perdeye yansıtmakla kalmamış, hayalleri pazarlamanın da temelini atmıştı. George Lucas‘ın filmlerden daha çok yan ürün satışından para kazanması da her daim akıllarda. Ama (sanırım) 80’lerde işler tersine dönmeye başladı. Artık önce market ürünleri tasarlanıyor, ardından bunlara yönelik tüketim açlığı yaratacak animasyonlar, çizgi diziler üretiliyor. En güvendikleri şeyse çocukların bitmek bilmeyen zırıltı potansiyelleri. Bu filme gitmeniz tek neden de bu olabilir. Eğer sağlam bir tokat aşkedip veledinizi susturamıyorsanız size kolaylıklar dilerim.
Çok gerekli olmasa da konusunu aktarayım: Alfea Peri Okulu’nun yeni dönemi başlarken, güzel giden parti Icy, Darcy ve Stormy’nin saldırısı ile bozulur. Bloom yanlarında olmasa da bu karmaşayı toparlamak ve Trix cadılarıyla uğraşmak Winx perilerine kalır. Ancak Trix, gizemli ve güçlü bir parçayı da alarak ortadan kaybolur. Hayat toz pembe değildir ve Eskiçağ Cadıları yine Stella, Layla, Tecna, Muisa, Flora ve Bloom’un peşine düşer.