Dağıtımcılarımız yılın son günlerinde ellerinde ne varsa vizyona sürmüşler gibi görnüyor: Haneke’nin 3. Altın Palmiye’sini kazandığı Aşk, Joe Wright imzalı Tolstoy uyarlaması Anna Karenina ve Ang Lee’nin yönetiminde perdeye aktarılan Yann Martel romanı Pi’nin Yaşamı, haftanın öne çıkan filmleri olarak dikkat çekiyor. Toprak Altında ile tanıdığımız Rodrigo Cortés’in yeni denemesi Medyum, Yetimhane ile Uluslararası arenada ismini duyuran Juan Antonio Bayona’nın son filmi Kıyamet Günü ve yerli korku filmi furyasının peşine takılıp karşımızda beliren htr2b: Dönüşüm‘se haftanın diğer filmleri… Herkese iyi seyirler…
Aşk (Amour)
[xrr rating=5/5]
Yönetmen: Michael Haneke
Senaryo: Michael Haneke
Oyuncular: Jean-Louis Trintignant, Emmanuelle Riva, Isabelle Huppert
Yapım: 2012 / Alm.-Fra.Avu. / 127 dk.
Çağımızın kuşkusuz en büyük yönetmenlerinden biri olan Michael Haneke, bir önceki filmi Beyaz Bant (Das weiße Band) ile bir köy ölçeğinde faşizmin nasıl doğduğunu, işlediğini ve nelere yol açtığını gözler önüne sermişti. Yönetmen, 3. kez Altın Palmiye’yi kucakladığı yeni filmi Aşk‘taysa (Amour), tıpkı Saklı (Cache), Ölümcül Oyunlar (Funny Games), Benny’nin Videosu (Benny’s Video) vb. filmlerinde yaptığı türden bir işe; orta/üst sınıf burjuvazinin konformist, aldırmaz ve üstenci yaşayışına sağlam bir eleştiriye girişiyor. Fakat bu sefer, hiddetini alt sınıfın keskin müdahalesiyle göstermemiş Haneke, yaşamın doğal bir sonucu olan yaşlılık ve buna bağlı olarak Alzheimer hastalığına bırakmış işi.
Bir Haneke filmi için ‘aşk’ çok hafif bir isim kuşkusuz. Ne var ki, Haneke’nin de temel derdi aşk değil filmde; o, iki kişinin birbirine duyduğu bedensel/manevi bağlılıktan ziyade, bireyin sisteme tamamen tutsak olmasıyla ilgileniyor. Bu modern yaratık, kendisine sunulanlara o kadar çok alışıyor ve bir noktadan sonra o kadar çok doğasına yabancılaşıyor ki, ancak unuttuğu, bilincine unutturduğu ölüm ve/veya hastalık sarsıp kendine getirebiliyor onu, Aşk‘ta olduğu gibi. Ya da, yukarıda saydığımız bir dizi Haneke filminde izlediğimiz üzere; yönetmen, bu hedonist evrene alt-sınıftan şiddeti içselleştirmiş karakterlerini gönderiyor…
Bu açıdan bakıldığında; Georges, Anne’ı salt acı çekmesine dayanamadığı, çok sevdiği için boğmuyor aslında. Kusursuz, huzurlu düzen(ler)inin alaşağı olmasından duyduğu öfke de eşlik ediyor bu eyleme. Hatta bu öfkenin eylemin esas güdüsü olduğu da iddia edilebilir pekâlâ… Georges’un Anne’a duyduğu acıma daha ikincil bir pozisyonda bana kalırsa.
Aşk, kağıt üzerinde Haneke’nin 1989 tarihli Yedinci Kıta (Der Siebente Kontinent) filmiyle çokça benzerlik taşısa da, özünde bu filmdeki argümanın tersten bir okuması. Schober ailesinin içinde bulunmaktan hoşnut olmadığı, yadsıdığı düzenden kendilerini men etmeleri ile; Georges’un Anne’ı boğduktan sonra kendisini de yok etmesi, tetikleyici etkenleri bakımından oldukça ayrı eylemler.
Başladığı yerde, görevlilerin Georges ve Anne’ın dış dünyadan kendilerini korudukları eve cebren girişi ile sona eriyor Aşk. Bu aynı zamanda, metaforik olarak girizgahta kapıları zorlanan çiftin ‘kapıyı zorlayan güç’e teslim olmaları anlamına geliyor. Peki, o güce teslim olmamak elde mi? Cevabı Haneke’nin Aşk‘ında: Hayır!
Ercan Dalkılıç
***
[xrr rating=3.5/5]
Yönetmen: Joe Wright
Senaryo: Tom Stoppard, Leo Tolstoy (eser)
Oyuncular: Keira Knightley, Jude Law, Aaron Taylor-Johnson
Yapım: 2012 / BK / 129 dk.
Joe Wright’ın beşinci uzun metrajı ve üçüncü kez baş rolü Keire Knightly’ye teslim ettiği film Anna Karenina. Meraklısında heyecan dalgası yaratarak geliyor sinemalarımıza çünkü bu bitmez, ölmez Tolstoy klasiğinin sinemada da kredisi bitmiyor. 1911 yılından başlayarak gerek televizyon gerek sinema olsun tam yirmi dört kez hayat verilmiş ekranda Anna’ya. Üstelik Anna karakterinde rastladığımız isimler arasında Vivien Leigh, Greta Garbo gibi isimler de var. Şimdi bu isimlerin yanına ekleniyor Keira Knightly. Yeni Anna Karenina filmimize tek itirazım da Keira Knightly ne yazık ki. Kendisinin oldukça teatral bir oyuncu olduğunu söylesem de tiyatronun tek tipleştirmeye değil karakteri açımlamaya yarayabileceğini de biliyoruz. Yani sinemada belki komik kaçabilecek teatral oyunculuk tiyatrovari bir eserde göze batmayabilir. Ancak siz elinizdeki malzemeyi kartonlaştırırsanız maalesef seyircinin alımlaması gereken duyguları ifadede yetersiz kalırsınız.
Joe Wright imzalı Anna Karenina, kostüm draması olmaktan sıyrılmış –belki tesadüfi de olsa, yönetmen bazı zorunlu tercihlerden dolayı filmin yapısını değiştirmiş- ve “cüretkâr bir şov” ifadesini gönül rahatlığıyla kullanabileceğimiz bir esere dönüşmüş. Bu haliyle bile seyircileri böleceği kesin. Önceden koşullanmış olarak bir dönem draması ve melankolik aşk bekleyenler konu açısından bu beklentilerini elbette bulacaklar ancak bir film geleneği olarak klasik bir anlatı yapısı bekleyenşler epeyce şaşıracak diyebiliriz. Tabiî sevmek, beğenmek yine izleyiciye kalmış ancak Wright’ın adeta ya batacağı ya çıkacağı bir proje izlenimi veren Anna Karenina takdir edilesi bir yapıt.
Sinema rüşdünü ispat ettiği zamanlardan bu yana ilk elden edebiyata sarılmış, konu sıkıntısını edebî eserlerle gidermeye çalışmıştır. En yakınında durduğu sanat dalı olarak da tiyatrodan epeyce beslenmiştir. Dönem dönem tiyatronun perdeye taşınmış hali olarak bakılan sinemada elbette ki tiyatro eserlerinin de uyarlamalarına rastladık, rastlıyoruz. Hatta tiyatrodan uyarlanan eserler kendilerini belli ediyorlar gerek mekân gerek diyalog tercihleriyle. Ancak bir romanı –ki bu ölümsüz bir roman ve çoğumuzun okuduğu bir eser- ele alıp onu teatral bir form içine yerleştirerek bir sinema eseri yaratmak epeyce cesaret isteyen bir iş. Hem bir harmanlama hem de bir ters çevirme işi. Bırakın ele aldığı konuyu, kurduğu dramatik yapıyı; zaten eserin kendi kurgusu bunun sağlamlığını garantiliyor, tüm o yarattığı gerçek dışılık, yapaylıkla sağladığı gerçeklik hissiyatı Joe Wright’ı bir kademe yükseltiyor gözümüzde. Tüm bu bozup kaynaştırmacı tavrı ortaya çıkan eserle karşılaştırıldığında iyi bir iş yaptığını görebiliyoruz. En azından heyecan verici bir iş. Zaten son dönemlerde böylesi heyecanlara sinemada epeyce ihtiyacımız var.
Seçil Toprak
***
Medyum (Red Lights)
[xrr rating=1/5]
Yönetmen: Rodrigo Cortés
Senaryo: Rodrigo Cortés
Oyuncular: Robert De Niro, Sigourney Weaver, Cillian Murphy
Yapım: 2012 / ABD-İsp. / 113 dk.
Ryan Reynolds’u ufacık bir tabuta kapatıp tek mekânda geçen nefes kesici gerilim Toprak Altında’ya (Buried) imza atan Rodrigo Cortés, ismini “Adam Olacak Çocuk” ve “İlk Filminin Ardından Takip Edilmesi Gerekenler” listelerine yazdırdığından beri yeni çalışması merakla bekleniyordu. Arada Lanetli Ruh’un (Emergo) senaryosunu tamamlayan sinemacı, yazıp yönetip kurgusunu yaptığı ikinci uzun metraj Medyum (Red Lights) ile bu hafta karşımızda.
Toprak Altında’nın saf enerjisine ve iç ritmine sahip olmayan Medyum (Red Lights) selefinin aksine konsept bir film olmadığı gibi, klasik sinemaya fazlaca yaklaşıp Cortés‘den beklentisi olanları ters köşeye yatırıyor, hatta M. Night Shyamalan‘ın ismiyle anılmaya başlanan sularda yüzüp esinlenme hissiyatı veriyor. Filmdeki psikolog Margaret Matheson (Sigourney Weaver) ve fizikçi Tom Buckley (Cillian Murphy) kendilerini ülke çapında bildirilen paranormal olayları inceleyip gerçek olmadıklarını ortaya çıkarmaya adamış iki üniversite hocası. Günlerini oradan oraya sürüklenip artık birbirine benzeyen sözde gizemleri çözerek geçiriyorlar. Ancak 30 yıl önce en büyük düşmanına kalp krizi geçirtip öldürdüğü iddia edildikten sonra kariyerine ara veren şifacı-medyum Simon Silver’ın (Robert De Niro) sahnelere döneceğini öğrenmeleriyle yaşamları yeniden hareketleniyor.
Medyum ilk yarıda başarılı olsa da bildik bir gidişatı takip eden, ikinci yarıda ne yapacağını bilemediğinden aklına gelen her fikri önümüze süren, finalde ise bir Shyamalan cinliğini beceriksizce tekrar eden yapısı sonucu sınıfı geçemiyor. Cortés özene bezene yazdığı belli olan senaryosuna filmiyle ilgili araştırma yaparken bulduğu tüm bilgiyi yedirmeye çalışmış. Karakterler gereğinden fazla açıklama yapıyor ve bir süre sonra öğretici olması planlanan konuşmalar baş ağrıtıyor. Kurgu odasına güvendiği birini soksa film hem daha konsantre hem de daha vurucu olabilirmiş. Yazar yönetmenin ikinci perdede kurgucu olarak kesmeye kıyamadığı anlar finalin etkisini baltalamış.
Oyuncu performanslarına bakacak olursak; Sigourney Weaver doğaüstü addedilen olayları akla yatıran güçlü bilim kadını rolünde kendinden bekleneni hakkıyla gerçekleştirmiş. Robert De Niro özel güçleri olduğunu iddia eden görme engelli Simon Silver’ı doğal karizmasına yaslanıp eforsuz halletmiş. Silver’ın hayat arkadaşını canlandıran Nip/Tuck’ın Julia’sı Joely Richardson neredeyse hiç konuşmadan etkileyici olmayı başarmış. Asıl sorun başroldeki Cillian Murphy‘de; aktör yüz hatlarına uygun şekilde hep tekinsiz karakterleri canlandırdığından, gördüğünüz anda sürpriz beklentisine şartlanıyorsunuz. Üstelik rahatsız edecek kadar büyük oynamış ve sürekli bağırıp çağırmış. Sonuç olarak Toprak Altında’nın yönetmenine yakışmayan, ihtiyaç fazlası bir film Medyum.
Mehmet Serkan Çellik
***
[xrr rating=5/5]
Yönetmen: Ang Lee
Senaryo: David Magee, Yann Martel
Oyuncular: Suraj Sharma, Irrfan Khan, Adil Hussain
Yapım: 2012 / ABD-Çin / 127 dk.
Ang Lee’nin, Yann Martel’in Man Booker Ödülü kazanan romanı Pi’nin Yaşamı’ndan (Life of Pi) aynı isimle uyarladığı filmi inanç üzerine tam bir görsel şahaser. Aynı zamanda sinemaya uyarlanamaz denen bir eserin nasıl uyarlanabileceğini ve modern teknolojinin bir ustanın elinde sinemayı nasıl zenginleştireceğinin de kanıtı.
Adını bir Fransız yüzme havuzundan alan Piscine Molitor (Pi) Patel (Irrfan Khan) Kanada’da yaşayan bir Hintlidir. Kendisinin amcası kadar yakın gördüğü bir tanıdığının isteğiyle artık yazmayı bıraktığını söyleyen bir yazarı (Rafe Spall) evine konuk eder ve hayatının en inanılmaz öyküsünü ona anlatır. Çocukken adıyla dalga geçildiği için kendisine Pi denmesini sağlayan Piscine’nin babası (Adil Hussain) yerel bir hayvanat bahçesi işletmektedir. Ancak yaşanan kimi olaylardan sonra artık Hindistan’da kalamayacaklarını anlar ve hayvanlarıyla birlikte Kanada’ya gidip orada yeni bir hayat kurma planı yapar. Aile bir Japon gemisiyle yola çıkar. Yolculuk sırasında çıkan bir fırtına sonrası gemi batar ve sadece Pi (Suraj Sharma) hayatta kalır. Geminin filikalarından birine binen Pi burada yol arkadaşı olarak yaralı bir zebra, bir orangutan, bir sırtlan ve bir kaplan bulur. Kısa sürede zebra, orangutan ve sırtlan hayatlarını kaybederler. Richard Parker adındaki kaplanla birlikte yolculuk etmeye başlayan Pi, zorlu bir ortamda hayatta kalmaya ve kaplana yem olmamaya çalışmak zorundadır.
İnanılmaz görsel sahnelerle bezenmiş olan filmin başarısı Lee’de olduğu kadar ilk defa oyunculuk yapan Suraj Sharma’da da. Seyirciyi gerçekten Pi olduğuna ikna eden Sharma, onun hayalkırıklıklarını, yaşama sevincini, inancını ve bir çocuktan bir adama nasıl dönüştüğünü çok iyi aktarıyor. Ayrıca geçen zamanda zayıflaması, saçlarının uzaması gibi ayrıntılar da filmin gerçeklik boyutunu arttırıyor.
James Cameron’un Avatar ve Martin Scorsese’nin Hugo’su gibi 3 boyut teknolojisini olağanüstü kullanan Pi’nin Yaşamı’nda kimi sahnelerdeki gerçeküstülük bile seyirciye normalmiş gibi geliyor. Bu sayede de hayatta mucizelerin gerçekleşebileceğini ve öncelikle inanmak gerektiğini aktarıyor.
Filmin ilginç noktalarından biri de kaplana verilen Richard Parker ismi. Pi filmde bunun bir karışıklıktan dolayı olduğunu anlatıyor. Ne var ki Richard Parker ismi daha önce Edgar Alan Poe’nun Nantucketli Arthur Gordon Pym’ın Hikayesi (The Narrative of Arthur Gordon Pym of Nantucket) romanında asi denizcinin adıydı. Ayrıca 1884 yılında batan bir gemiden kurtulan ve arkadaşlarını yiyen çocuğun adı da Richard Parker’dı. Kısaca bu ismin denizde yaşanan yamyamlıkla da bir bağlantısı var.
Ali Abaday
***
[xrr rating=2/5]
Yönetmen: Juan Antonio Bayona
Senaryo: Sergio G. Sánchez
Oyuncular: Naomi Watts, Ewan McGregor, Soenke Möhring
Yapım: 2o12 / İspanya / 114 dk.
Juan Antonio Bayona 2007’de gösterime giren Guillermo del Toro destekli ilk uzun metrajı Yetimhane (El Orfanato) ile yedisi Goya olmak üzere otuzun üzerinde ödül kazanıp ismini dünya çapında duyurmayı başarmıştı. Yönetmen beş yıl sonra Yetimhane‘nin senaristi ile ikinci kez işbirliği yapıp, Naomi Watts ve Ewan McGregor gibi iki uluslararası yıldızı oynattığı büyük bütçeli bir yapımla karşımıza çıktı, korku türünden uzaklaştı.
Kıyamet Günü (Lo Imposible) işaret ettiği gibi bir blockbuster değil. Şirketlerin yapabildikleri özel efektleri sergilemek için ürettikleri bir doğal afet şovu da değil. Başlarına kötü şeyler gelen sıradan insanların psikolojilerine eğilen bir dram hiç değil. Ortada garip bir alt türler arası gezinme durumu var. Örneğin uçakta geçen açılış sahnesi seyirciyi germek için hazırlanmış ucuz numaralarla dolu, üstelik kötü çekilmiş. Ardından gelen ve reklam filmlerinde görebileceğiniz kusursuz bir aile modeli sunan sekanslar fazlasıyla ağdalı, plastik. Tsunami felaketinin yaşandığı sahneler Hollywood’dan beklenecek cinsten; sert, büyük ve kanlı. Dev dalgalara ve akıntıya bizzat maruz kalsanız başınıza gelecekleri hissettirecek denli güçlü bir yandan da. Aksiyonun bitişiyle yine değişip post-apokaliptik öykülere göz kırpıyor sonra. İkinci perdenin başından itibaren ise sevimli-sevgi dolu aile fertlerinin kavuşamama sancılarına odaklanıp seyirciyi ağlatmaya oynayan, dokunaklı melodilerle ses bandına yüklenip duygu sömürüsüne girişen ikinci sınıf dramlara benziyor. Toparlayacak olursak; gerilim, doğal afet, kıyamet sonrası ve aile dramı alt türlerinde gezinen bir yapım var karşımızda.
Naomi Watts’ın şimdiden ödüllere aday gösterilen, belki Altın Küre’ye uzanmasını sağlayacak fizik ağırlıklı performansı gerçekten iyi. Ewan McGregor da aynı şekilde. Fakat Lucas’ı oynayan çocuk oyuncu Tom Holland inandırıcılığa en az kitabi diyaloglar kadar zarar vermiş.
Mehmet Serkan Çellik
***
[xrr rating=2.5/5]
Yönetmen: Osman Evre Tolga
Senaryo: Osman Evre Tolga
Oyuncular: Teoman Kumbaracıbaşı, Serkan Altunorak, Şamil Kafkas
Yapım: 2012 / Türkiye
Türk usulü korku/gerilim türüne yeni bir soluk getirmeyi hedefleyen htr2b, bu amacını türün yapıtaşlarına öykünerek yapıyor. Haneke’nin Funny Games’inden (filmin başkahramanları, evlerinde hapsolan zengin bir aile) yola çıkıyor, sonra da Romero’nun zombilerini ilaç kobaylarına dönüştürüp şiddetin resmini çekiyor. ‘Vahşeti kutsuyor’ damgası yememek için de ismini gerçekte var olan bir genden alıyor, hiçbir insanın kendi isteğiyle kötü olmadığını belirtiyor; hatta gazetelerde çıkan cinnet ve vahşet haberlerini kaynak gösteriyor. Yerelliği vurgulamak için de öyküye küçük dokunuşlar yapıyor. Devamlı ağlayan şirin bebek ve ne yapacağını bilemeyip hep kocasından hamle bekleyen geleneksel eş gibi…
Filmin, kobayların nedensiz krize girip donuklaştığı anlar gibi sarkmaları olsa da son 10 dakikaya kadar seyirciyi de kahramanları gibi kapana kıstırdığını söylemek mümkün. Ancak olup biten her şeyi ‘dış mihrak’a bağlaması, ‘siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz’ ve ‘tanrıyı oynamaya kalkma ’ gibi ‘aksanlı’ söylemleri filmin atmosferini basitleştiriyor; etkisini, öykündüğü Night of the Living Dead’den kilometrelerce uzaklaştırıyor. Oyuncu kadrosunda özellikle Serkan Altunorak ve Teoman Kumbaracıbaşı’nın öne çıktığı htr2b zaaflarına rağmen, seviyesiz komedilere ve ağlak dramlara kilitlenmiş yerli filmler arasından sıyrılarak dikkat çekmeyi başarıyor.
Müjde Işıl