Sekiz filmlik yeni bir vizyon haftasındayız. Dağıtımcılarımız dur durak bilmiyor nedense bu ara! Üç film öne çıkıyor bu hafta. Bunlardan ilki Antonio Banderas’lı kadrosuyla dikkat çeken, petrol savaşlarından epik bir drama devşiren Kara Altın. Aşkın Renkleri ve Hayatımın Tatili’yse sıcak ve duygusal yönü ağır basan iki Avrupa romansı. Poe’nun son günlerini kurgulayan Kuzgun; bir annenin buhranını aktaran Ölümün Sesi; İngiliz suç filmlerinden beslenen dilini komediyle harmanlayan Çarpraz Ateş ve bir grup gencin ormandaki korku dolu hikayesiyle genç çiftlerin seyir listesine rahatlıkla alabilecekleri gerilim çeşitlemesi Dehşet Kapanı haftanın diğer yabancı filmleri. Haftanın tek yerli yapımıysa reklam kökenli Rezzan Tanyeli’nin ilk sinema filmi denemesi Pazarları Hiç Sevmem. Herkese iyi seyirler…
[xrr rating=3/5]
Yönetmen: Jean-Jacques Annaud
Senaryo: Menno Meyjes, Jean-Jacques Annaud, Alain Godard, Hans Ruesch
Oyuncular: Antonio Banderas, Freida Pinto, Mark Strong
Yapım: 2011 / Fra-İta-Tun-Kat / 130 dk.
Fransız yönetmen Jean-Jacques Annaud, farklı filmlere imza atsa da, tarihî-epik hikâyelere düşkünlüğüyle biliniyor. Gülün Adı, Kapıdaki Düşman, Tibet’te Yedi Yıl filmleri, yönetmenin bu ilgisinin başlıca örnekleri. Annaud bu kez, içinde bol miktarda kan, ihtiras, aşk, tarih, siyaset olan bir gelenek-modern hikâyesine yöneliyor. Temelde gelenek ile modernin çatışması olsa da hikâyenin odağında Arapların petrol ile tanışması olunca haliyle Doğu-Batı meselesi de işin içine giriyor.
Daha fazla uzatmadan hikâyeye geçelim: İki Arap kabilesi, Hobeika’lılar ile Salmaah’lıların savaşında Hobeika Emiri Nesib (Antonio Banderas) galip gelir. Bunun karşılığında Salmaah Sultanı Amar (Mark Strong), zamanın çöl yasalarına göre barışın garanti altına alınması için iki oğlunu, Salih (Akin Gazi) ile Auda’yı (Tahar Rahim) Emir Nesib’in himayesine bırakır. Anlaşmanın bir şartı daha vardır. Her iki taraf da Sarı Kuşak adı verilen, hiç kimsenin yaşamadığı topraklar üzerinde hak iddia etmeyecektir. Zaman geçer, Salih ile Auda büyür. Salih yenilmez bir savaşçı olarak nam salar, Auda ise kitaplar arasında ilim irfan ile meşguldür. Salih, anlaşmayı ihlal ederek babasının yanına gitmek üzereyken yakalanıp öldürülür. Oğlunun öldürülmesi üzerine Amar karşılık vermeye hazırlanır. Emir Nesib de bunu engellemek için Auda ile kendi kızı Leyla’yı evlendirir. Ancak sular durulmaz. Bu sırada, Amerika’dan çıkagelen bir petrolcü Emir Nesib’i ziyaret eder ve topraklarında hayal bile edemeyeceği kadar büyük petrol rezervleri olduğunu söyler. Bunu çıkarmalarına izin verirse geçim kaynakları sınırlı olan halk, zenginliğe kavuşacaktır. Yalnız, petrol, üzerine anlaşma imzalanan Sarı Kuşak üzerindedir. Bu durum yaklaşan savaşın gelişini hızlandırır. Nihayetinde petrol varsa ‘kan dökülecek’tir. İki kabilenin makus talihi ise beklenmedik bir şekilde babasının yerine geçen Auda’nın akıllı stratejisiyle son bulacaktır.
Binbir gece masallarına yakışır entrikada hikâyesi olan film, İsviçreli yazar Hans Ruesch’in South of the Heart adlı kitabından uyarlama. Filmde oryantalizmin minimum seviyede olduğu söylenebilir. Fakat bu bir ‘ödül’ olarak telakki edilmemeli. Gelenek ile modernizmin petrol üzerinden birbirine tutuşması filmin aynı anda hem güçlü hem de zayıf yanı olup çıkıyor. Nihayetinde petrole ya da gelişmeye karşı değil iki kabile de. Anlaşmazlık sadece usulde. Filmin finali de gösteriyor ki; Batı’dan gelen gelişim ve modernizmi paletleri isese de istemese de Doğu toplumlarını bir şekilde ezip geçecek. Bir nevi, “Üsluba takılmayın, geleneğinizden kopmadan modern dünyadaki yerinizi almaya bakın. Bunun için, kendi içinizde ne kavgalar verir, ne tür sosyal süreçlerden geçersiniz bilinmez; açıkçası bizi çok da ilgilendirmiyor.” havası var finalde. Acı olan şu ki, son birkaç asırdır, yaşadığımız dünyada bunların hepsi gerçekleşti, gerçekleşmeye de devam ediyor. Petrole aldanmayın, anlatılan bizim hikâyemizdir.
Ali Koca
***
[xrr rating=4,5/5]
Yönetmen: James McTeigue
Senaryo: Ben Livingston, Hannah Shakespeare
Oyuncular: John Cusack, Alice Eve, Luke Evans
Yapım: 2012 /ABD-Macar-İsp./ 111 dk.
Amerikan edebiyatının kurucu babası Edgar Allan Poe, hayatı boyunca kaçamadığı ‘Amerikan toplumunun beklentilerinden’ ölümünden sonra da kurtulamıyor. Malum; ömrü boyunca ‘kusursuz şiir’ hayalinin peşinde koşan Poe’nun Amerika’da hakkıyla anlaşılması Avrupa’dan sonra olmuştu. Kendi zamanında –belki şimdi bile– Amerikan toplumunun nazarında, olağanüstü hayal dünyası olan bir polisiye yazarıydı. Ondan beklenen gizemli, kanlı, heyecanlı, sürükleyici vs. öyküler yazmasıydı. Şairliğini umursamayan Amerikan toplumu, Poe’yu gizemli ve gotik cinayet öyküleri yazarı olarak ‘tescillemişti’. Kuzgun hariç, şiirleri ilgi görmedi. Belki bir de Annabel Lee. Bernard Shaw hiç de haksız değil; Poe’yu asıl öldüren Amerika’ydı. Bugün gösterime giren Kuzgun (The Raven) filmi, Shaw’un tespitini bir kez daha doğruluyor.
Edgar Allan Poe’nun ölümünden önceki yedi günün bilinmezliği dillere destan. Kuzgun filmi, hâlâ esrarını koruyan bu ‘kayıp hafta’ üzerine, Poe’nun merkezde olduğu polisiye bir öyküyü onun usulünce anlatma derdinde. Hikâye şöyle: Sivri dili, ayyaşlığı, parasızlığı ile nam salmış şair ve yazar Edgar Allan Poe, yıllar sonra Baltimore’a döner. Şair olarak şehirde pek itibarı yoktur. Bu sırada şehirde akılalmaz cinayetler işlenir. Bunlar, Poe’nun bazı öykülerinde anlattığı cinayetlerin kopyasıdır âdeta. Haliyle Poe şüpheli duruma düşer. Yazdığı cinayet öykülerinin gerçekleşmemesi için de, katilin bıraktığı ipuçları doğrultusunda bir sonraki hamleyi çözmek için Dedektif Fields ile birlikte çalışır. Sevdiği kadın Emily, katil tarafından kaçırıldığında ise Poe, gazetede yayınlanan öyküleri üzerinden katile bir anlaşma teklif eder.
Yönetmen James McTeigue’nin amacı, Poe öykülerine benzeyen polisiye bir gerilim çekmek. Karanlık, sis perdesi, gizem, cinayet, meçhul katil, kapalı alan, suçluluk hissi, çukur, ölmeden gömülme gibi Poe’nun başat motifleri hikâyenin içine yedirilmiş. Film, Poe’nun kişiliğine dair özelliklerden sadece polemik unsuru taşıyanları dikkate alıyor. Dönemin şairlerinden Longfellow’a duyduğu öfke, şiirlerinin erkeklerden ziyade kadınları etkilemesi, parasızlığı, içkiye düşkünlüğü, güvenilmez bir âşık oluşu vs. Filmdeki Poe, aslından ziyade, Hollywood’un kayıtsız kalamayacağı bir polisiye stereotipe denk düşüyor. Film, Poe’yu Hollywood’un kendi tüketim mantığına göre ayıklayıp daha önceden belirlenmiş kalıpların içine yerleştirme telaşında. Tıpkı Amerikan toplumunun ve edebiyat çevrelerinin vakt-i zamanında Poe’ya yaptığı gibi.
Nihayetinde Kuzgun, Poe’nun öykülerinin gizem, heyecan ve sürükleyiciliğinin yanına bile yaklaşamayan vasat bir film. ‘Katilin uşak çıktığı’ sürprizli polisiye-gerilim filmlerinin sıradan bir örneği. Tamam, anladık; Amerikan seyircisi Poe’yu böyle biliyor ve istiyor. Fakat böylesine sıradan bir polisiye film çekerken, onun hayatından bazı olayları filmin içine dil ucuyla yedirdiğiniz kadar, biraz da, Poe’nun kişiliğini esaslı bir şekilde yansıtmaya çalışsaydınız. Sürekli vurguladığınız parasızlığı ve içki düşkünlüğü kadar; mesela yetimliği, terk edilme korkusu, tutarsızlığı, kibre yakın özgüveni, gururu, inandırıcı yalancılığı, ruhunun derinlerindeki korkuları ilginizi çekmedi mi? Hiç olmazsa, kendine özgü tedirgin edici yüz ifadesini perdede yansıtacak usta bir oyuncu bulunamaz mıydı? Zavallı Poe! Amerika seni ne zaman hakkıyla anlayacak ve anlatacak?
Ali Koca
***
Hayatımın Tatili (The Best Exotic Marigold Hotel)
[xrr rating=4,5/5]
Yönetmen: John Madden
Senaryo: Ol Parker, Deborah Moggach
Oyuncular: Judi Dench, Bill Nighy, Maggie Smith
Yapım: 2011 / İngiltere / 111 dk.
Deborah Moggach‘ın 2004 yılında yazdığı These Foolish Things romanından uyarlanan Hayatımın Tatili (The Best Exotic Marigold Hotel) ise gençlerin bu yanılgısına karşı çıkan oldukça hoş bir hikayeyi anlatıyor. İngiltere’de yaşayan bir grup emekli farklı nedenlerden dolayı Hindistan’a gitmeye karar verirler. Evelyn (Judi Dench) kocasını yeni kaybetmiştir ve kendisine kalan borç nedeniyle evini satmak zorunda kalmıştır. Hayatı boyunca her şeyi kocasına bırakan Evelyn sonunda kendi başına bir karar vererek çok da pahalı olmayan Hindistan’daki The Best Exotic Marigold Hotel’e gitmeye karar verir.
Graham (Tom Wilkinson) Yüksek Mahkeme hakimidir. Yaşadığı hayattan sıkılmıştır ve geçmişindeki bir sırrı artık gün yüzüne çıkarmak için 18 yaşına kadar yaşadığı Hindistan’a gitmeye karar verir. Douglas (Bill Nighy) ve eşi Jean (Penelope Wilton) ise 39 yıldır evlidirler. Emekliliklerinden ellerine geçen parayı Douglas kızlarının internet işine yatırınca ve istedikleri gibi geri dönüş alamayınca yaşamak için bir yer bulmaları gerekir. Muriel (Maggie Smith) yıllarca bir ailenin konağında kahyalık yapmış fakat geçen yılların sonunda kendisine artık ihtiyaçları kalmadığını öğrenince kendisini sokakta bulmuştur. Aynı zamanda kalçasında sorun olan Muriel İngiltere’de ameliyat için altı ay beklemek yerine doktor tavsiyesiyle Hindistan’a gider.
Norman (Ronald Pickup) kendisine aşık olabileceği bir kadın aramaktadır. Madge (Celia Imrie) ise Norman’a benzer bir durumdadır ancak o zengin eş adaylarının peşindedir. Grup hepbirlikte biraz zor bir yolculuk sonrası Sonny’nin (Dev Patel) işlettiği otele varırlar. Ne var ki otel, internette görünenden çok farklıdır. Sonny babasndan kalan oteli yeniden yaşatmayı planlarken bir yandan da sevdiği kız olan Sunaina’yı (Tena Desae) annesine tanıştırmak istemektedir. Ne var ki Hindistan’ın hala varlığını koruyan kast sistemine bağlı olan annesi buna pek razı görünmemektedir. Yeni bir ülkeye gelen grup buradan ilk başta pek hoşnut kalmasa da Hindstan’ın farklılığı yavaş yavaş onları çeker.
Hayatımın Tatili her biri farklı bir geçmişten gelen ve ömürlerinde ikinci bir başlangıç yapmak isteyen bir grup İngiliz’in hikayesini anlatırken, aynı zamanda Hindistan’ı ve Hindistan örneği üzerinden batı ile doğu farklılığını çok güzel yansıtıyor.
Danny Boyle’un 2008 yılında çektiği ve Oscar galibi olan Slumdog Millionaire’den sonra Batı sinemasının yeni gözde mekanlarından biri Hindistan. Hayatımın Tatili bu oldukça renkli ve kalabalık ülkeyi seyirciye gösterirken, Batı toplumunda artık yok olmaya yüz tutmuş olan insanlığın da Doğu’da hala varolduğunu gösteriyor. Doğu’nun Batı’dan çok farklı olduğu gibi görüşler olsa da temelde sorunların aynı olduğunu da görebiliyoruz.
Aşık Shakespeare (Shakespeare in Love) ve Kaptan Corelli’nin Mandolini (Captain Corelli’s Mandolin) filmlerinden tanınan John Madden’ın yönettiği Hayatımın Tatili, son dönemin en eğlenceli ve güzel filmlerinden. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen yapım sinemaseverlerin hoşuna gidecektir.
Ali Abaday
***
[xrr rating=4/5]
Yönetmen: Pål Sletaune
Senaryo: Pål Sletaune
Oyuncular: Noomi Rapace, Kristoffer Joner, Vetle Qvenild Werring
Yapım: 2011 / Norveç-İsveç-Almanya / 96 dk.
Tüm dünyada ilgi uyandıran Ejderha Dövmeli Kız’ın baş oyuncusu olarak izlediğimiz Noomi Rapace’in farklı bir oyunculuk ile karşımıza çıktığı Ölümün Sesi (Babycall) Anna ve sekiz yaşındaki oğlunun taşınmaları ertesinde apartman çevresinde yaşadıklarının hikayesi üzerine kurulu bir film. Her ne kadar, dağıtıcı firma “korku-gerilim” filmi olarak sunsa da, Ölümün Sesi‘nin Avrupa’nın kuzeyinden yükselen pedagojik bir çığlık olduğunu da eklemeliyiz.
Anna eski kocasının taşındıkları yeri bulacağından ve oğlu Anders’e şiddet uygulayacağından duyduğu korkuyu aşırı duyarlık ile paranoya arasında dışa vurmaktadır. Oğlunu kendi yatağında yatması gerektiğine ancak Sosyal Daire memurlarının yarı tehditleri sonucu razı olur. Bu kez de, bebek telsizini oğlunun odasına yerleştirerek, kendince güvenlik önlemi almıştır. Ardından, bebek telsizinden duyduğu çığlıklar Anna’nın davranışlarının daha da garip bir hal almasına yol açacaktır. Çünkü, Anna gördüğüne inandığı bir çocuk cinayeti ile bu çığlıklar arasında bir ilişki kurmaktadır. Sosyal Daire’den memurların filmin başında Anna’ya burada artık her şeyin farklı olması gerektiğini uyarmalarını ancak filmin en sonunda anlayacağız.
70’li yılların sonuna gelindiğinde “Batı Dünyası”nda tüm toplumun en önemli sorunları arasına aile içi şiddet ve istismar girmişti. 80 ve 90’lar bu “mesele”nin paranoya derecesine sıçradığı yıllardı. Kendi çocuğuna dahi “fazla yakınlık göstermek” suç sayılmaya başlanmıştı. Eşlerin anlaşmazlıkları, komşu kavgaları vs. çocuğa şiddet ve istismar suçlamasıyla destekleniyordu.
Bu durumun yarattığı toplumsal travmanın sonucu olarak, toplumsal örgütlenmenin temel çekirdeği aile yıkılırken, bireyin daha da yalnızlaştırıldığı yaban bir topluluk yaratılmış oldu. Dikkat edilirse, 20. Yüzyılın sonundan itibaren, Batı filmlerinde resmedilen birey, tüm toplumsal bağlarından “kurtarılmış” bir kişilik olarak karşımıza çıkar.
Son yıllarda pedagoji ve psikoloji başta olmak üzere Avrupa’nın akademik çevrelerinde, toplumun daha fazla yalnızlaşmasına neden olan bu paranoyak davranışın aile ve toplum içinde çocuğa yönelik şiddeti ve istismarı da önleyemediği ama öte yandan toplumsal yaşamı örseleyen büyük yaralar açtığı yönünde görüşler yüksek sesle dile getirilmeye başlandı.
Artık tersine, çocuğu koruyacak en önemli gücün çocuğa gösterilecek sevgi olduğu, aile içinde ve toplumda çocukla daha fazla “temas” sağlayacak etkinliklere ağırlık verilmesi gerektiği öneriliyor. Fiziksel temas ise, insan sevgisinin en önemli ifade aracı oluyor.
İşte, Ölümün Sesi, Norveç örneğinde, bir annenin paranoyak sanrılarının üzerine ışık tutan ve izleyiciyi sorgulamaya davet eden bir film. Toplumdan kaçırdığı oğlunu sonunda kendisi ile beraber intihara götürürken Anna’nın verdiği mesaj, izleyiciyi toplumsal ilişkilerin “sıcaklığı” ile çocuklara yönelik şiddet ve istismarın bağlarını tekrar sorgulamak olmaktadır.
Uzunca bir süredir, Avrupa’nın “sosyal sorumluluk” içeren filmlerinin Norveç’ten gelmesi, Kuzey Avrupa’da yeni bir sinemanın filizlendiğine dair tahminlerimizi destekliyor.
Ali Rıza Özkan
***
[xrr rating=3.5/5]
Yönetmen: Rob Minkoff
Senaryo: Jon Lucas, Scott Moore
Oyuncular: Patrick Dempsey, Ashley Judd, Tim Blake Nelson
Yapım: 2011 / Almanya-ABD / 87 dk.
Başrollerinde Patrick Dempsey ve Ashley Judd’ın oynadığı Çifte Soygun (Flypaper) aynı bankayı soymaya gelen iki farklı soygun çetesinin karşılaşmasıyla başlayan eğlenceli ve zekice kurgulanmış bir yapım.
Tripp (Patrick Dempsey) bir bankanın kapanış saatine yakın gelerek 100 dolar bozdurmak ister. Kasiyer Katlin (Ashley Judd) bu çekici ama garip isteklerde bulunan müşterisinin işlemini bitirir. Tripp tam bankadan çıkacakken iki farklı grubun bankayı soyacağını fark eder ve Kaitlin’in üzerine atlar. Aynı anda bankayı soymayı kalkan iki ekipten biri oldukça profesyoneldir ve kasadakilere ulaşmak istemektedirler. Diğer grup ise oldukça amatördür ve tek istekleri ATM’deki paraları almaktır. İki grubun karşılaşması sırasında bir silah patlar ve bankadaki bir adam ölür. Kısa bir arbadenin ardından Tripp grupları uzlaştırır. Rehineler bankanın üst katında kilitli tutulurken, gruplar işlerine yönelir. Tripp ise ölen adamın neden öldürüldüğünü çözmek istemektedir.
Ölü bir adamın ortada olduğu ve neden öldürüldüğü sorusunun dikkat çektiği diğer yandan iki farklı grubun farklı yöntemlerle bankayı soymaya çalıştığı filmde denge oldukça iyi kurulmuş. Patrick Dempsey’nin canlandırdığı Tripp bir dedektif edasıyla olayları çözmeye çalışırken, acemi olan soyguncular filmin komik kısmında yer alıyor. İşin ehli soyguncular ise gerekli aksiyonu sağlıyor. Bu arada Ashley Judd hem güzel hem de Tripp’e yardım etmeye çalışan banka çalışanı olarak oldukça hoş bir kompozisyon çiziyor.
Farklı sürprizlerin ve komik olayların yaşandığı Çifte Soygun özellikle soygun filmlerinden hoşlananların ilgisini çekecektir.
Ali Abaday
VİZYONA GİREN DİĞER FİLMLER:
Aşkın Renkleri (La Delicatesse)
Yönetmen: David Foenkinos, Stéphane Foenkinos
Senaryo: David Foenkinos (roman)
Oyuncular: Audrey Tautou, François Damiens, Bruno Todeschini
Yapım: 2011 / Fra / 108 dk.
***
The Cabin in the Woods
Yönetmen: Drew Goddard
Senaryo: Joss Whedon, Drew Goddard
Oyuncular: Kristen Connolly, Chris Hemsworth, Anna Hutchison
Yapım: 2011 / ABD / 95 dk.
***
Pazarları Hiç Sevmem
Yönetmen: Rezzan Tanyeli
Senaryo: Rezzan Tanyeli
Oyuncular: Melisa Sözen, Edhem Dirvana, Umut Kurt
Yapım: 2012 / Türkiye