Yerli filmin yer almadığı vizyon haftası, Türkiye sinema sektörünün sezonu kapattığının habercisi. Öte yandan asıl ağırlık Avrupa sinemasında. İki Fransız, bir Norveç ve bir İspanyol filmi normalde alışmadığımız bir çeşitlilik sunuyor. Ancak bu durum nitelik açısından tatmin olacağınız anlamına gelmesin. Haftanın filmi olarak seçtiğimiz Şeytanı Gördüm‘ün haricinde Troll Avı dikkati çekiyor, o kadar. Herkese iyi seyirler…
İspanyol olup, İngiltere’de kariyerini sürdüren gazeteci-yazar Robert Torres (Dougray Scott), uzun yıllar sonra İspanya’ya dönmüştür.. Ziyaretinin sebebi, Katolik bir grup olan Opus Dei örgütü hakkında yazdığı bir kitap üzerine araştırma yapmasıdır.. Bu konuda onun en büyük bilgi kaynağı, ömrünün son günlerini yaşamakta olan babası Manolo Torres (Wes Bentley)’dir.. Zira Manolo, Opus Dei’nin kurucusu Josemaría Escrivá (Charlie Cox)’nın çocukluk arkadaşıdır.. Ve bu ikilinin hayatları boyunca -pek dostça olmasa da- yolları hep kesişecektir..
Josemaría, sevgi dolu ama fakir bir ailenin çocuğu olarak, papaz mektebinde başarılı bir öğrenim gördükten sonra, ‘vizyon sahibi’ genç bir papaz olmuş ve ruhban sınıfının gereğini lâyığıyla yerine getirmeye başlamıştır..
Alabildiğine kalantor ve zengin bir babanın oğlu olan Manolo, dindar annesinin zoruyla bi ara Papaz Hatip Okulu’nda, yâni Josemaría’nın yanında görülmüşse de -çok geçmeden- paraya tapan babasının has oğlu olduğunu göstererek, öbür dünyayı arkadaşına bırakmış ve bu dünyanın nimetlerinden yararlanmayı seçmiştir..
Gelgelelim ki İspanya’da patlayan iç savaş, herkes gibi bu ikilinin de hayatını allak bullak edecektir..
Sınıfının gereğini yerine getirerek faşistliği seçen Manolo, bazı siyasi cinayetler işledikten sonra, Cumhuriyetçi Anarşistler’in içine ‘köstebek’ olarak sızmıştır..
Bu sırada, âdeta bir ‘İspanyol İsa’ olarak etrafına nur saçmaya başlayan genç rahip Josemaria, çevresinde gönül birliği etmiş bir grup gençle birlikte kendini Pirene sıradağlarına vurmuştur.. (Yani bildiğin, Hz. İsa ve havarileri)
‘Müstakbel Aziz’ Josemaria’nın havarileriyle birlikte bir an önce Andorra topraklarına kapağı atmak istemesinin nedeni, ‘anarşik’ Cumhuriyetçilerin, kiliseleri ateşe verip, sokaklarda ‘keklik gibi’ rahip avlamalarıdır..
Devlerin Günahı -belli ki- Opus Dei finansmanına ya da ‘kiliseye yardım’ fonuna dayanarak, dolayısıyla da hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak yapılmış; ancak, sinemaya dair hiçbir gerekliliği doğru dürüst yerine getiremeyen -resmen- bir propaganda filmi..
Propaganda filmi çekmek elbette suç değil, lâkin bu şey, sinemada ve okkalı bir ücret karşılığında gösterildiğine göre, her şeyden önce bunun bir sinema filmi özelliği taşıması gerekli ki işte bu özellik ortada yok!.
Sadece ‘hesapsız’ paranın gücünü kanıtlarcasına, bol bulamaç sağlanmış plato malzemeleriyle göz boyayan; vermek istediği tek bir duyguyu dahi seyirciye geçirebilmekten âciz; yönetiminden, oyunculuğuna ve ‘bir acayip’ kurgusuna kadar sorunlu ve ‘ruhsuz’ bir film..
Bana sorarsanız eğer: Görmezden gelin!
[ Numan Serteli ]
Diyelim ki değer verdiğiniz bir kadın onu hak etmeyen bir adamla evlenmek üzere ve siz buna mani olmak istiyorsunuz. Kimi çağıracaksınız? Tabii ki Alex (Romain Duris)’i. Kadınların gönlünü kolayca çelerek onlara gerçek aşkın tadını sunuyor ve evlilikten vaz geçmelerini sağlıyor. Ama tam bir profesyonel: Tuzağına düşürdüğü kadınlarla yatmıyor ve gerçek aşkın önüne asla çıkmıyor.
Maddi anlamda sıkıntıya düşen kahramanımız, zengin babasıyla problemler yaşayan Juliette (Vanessa Paradis)’in snob bir İngiliz işadamıyla evliliğini bozma teklifi alınca işe balıklama atlıyor. Juliette’nin ve İngilizin gayet mutlu olduğunu görünce işten caymaya çalışsa da borçlu olduğu tefecinin boğazına dayanması nedeniyle prensiplerini çiğnemek zorunda kalıyor. Ancak zamanla Juliette bir iş olmaktan çıkıyor.
Ölümcül hastalığa yakalanan kadının kendisini öldürmek için bir kiralık katil tuttuğu, ama işçi ve işverenin birbirlerine aşık olduğu hikâyeyi hatırlar mısınız? Gönül Avcısı buna benziyor işte. Romain Duris‘in perde karizması ve Vanessa Paradis ile yakaladığı kimya (romantik komedilerin olmazsa olmazı) filmi sürüklüyor, ama vakit geçirmelik bir eğlence olmasının ötesine geçirmiyor.
Üzücü olan Fransız sinemasının Hollywood kalıplarına böylesine teslim olmuş filmler üretmeye başlaması. Milli değerlerine düşkünlüğü ağızlara laçka olmuş bir ülkeden çıkmış bu filmde bütün müziklerin İngilizce olması bile garip geliyor insana.
[ Deniz Akhan ]
Ödünç Sevgili
Something Borrowed
Yönetmen: Luke Greenfield
Senaryo: Jennie Snyder, Emily Giffin
Oyuncular: Ginnifer Goodwin, Kate Hudson, Colin Egglesfield, John Krasinski
Yapım: 2011, ABD, 112 dk.
Rachel (Ginnifer Goodwin) New York’ta bir hukuk firmasında çalışan yetenekli bir avukat, cömert ve sadık bir arkadaş, en iyi arkadaşı Darcy’nin (Kate Hudson) kendisine sürekli hatırlattığı gibi ne yazık ki hâlâ bekâr bir kadındır. Ancak 30. yaş gününü kutladıktan sonra, müzmin iyi kız olan Rachel, kendini hukuk fakültesinden beri aşık olduğu Dex’in (Colin Egglesfield) kollarında bulur… gelin görün ki Dex, Darcy’nin nişanlısıdır..
Darcy’nin düğünü yaklaşırken çılgınca geçen haftalar boyunca olaylar üst üste gelirken, Rachel kendini içinden çıkılması imkânsız bir durumda, Darcy ile paylaştığı değerli dostluğu ve hayatının aşkı arasında kala kalmış halde bulur.
Görüldüğü gibi son derece orijinal(!) bir konuya sahip olan Ödünç Sevgili‘ye gitmek için tek sebep romantik komedi düşkünü cevval bir sevgili olsa gerek.
Şeytanı Gördüm
Akmareul boatda
Yönetmen: Jee-woon Kim
Senaryo: Hoon-jung Park
Oyuncular: Byung-hun Lee, Min-sik Choi
Yapım: 2010, Güney Kore, 144 dk.
Son dönemde yükselişte olan Uzakdoğu sineması… Şaka şaka, ben de sıkıldım artık bu klişeden. Bırakın kalfalığı, çıraklığın son demlerinde olan bir sinema ekolü oluşuyor. Bunun en önemli isimlerinden biri de Ji-woon Kim. Dünya çapında hayran kitlesine sahip Güney Koreli yönetmen son filminde seri katil hikayesini intikam kavramının odağına yerleştiriyor.
Kadınlara tecavüz edip öldürmeyi bir yaşam biçimi haline getiren Kyung-chul (Min-sik Choi) son icraatından sonra yanlış kadını seçtiğini zor yoldan öğrenir. Kadının hamile olmasının onun için bir önemi yoktur, ama gizli serviste çalışan nişanlısıyla zorlu bir ilişkinin ilk adımını atmıştır. Kim Soo-hyeon (Byung-hun Lee) için intikam aceleye gelecek bir şey değildir, hele bu canavar için sonsuza kadar sürecek bir acı bile ona yetmemektedir. Kyung-chul’u yeni icraatinin arefesinde yakalayan Kim, şiddetli bir tanışma merasiminin(!) ardından ona bir izleme cihazı yutturur, yaralarını sarar ve sokağa salar. Şeytani doğasının gereği rahat durmayan Kyung-chul, yeni bir avın peşine her düştüğünde amansız takipçisinin saldırısına uğrar.
Hikayenin gidişatı ve sonu intikamın nesnesine asla kavuşamayan bir tutku olduğunu gözler önüne seriyor. Buna rağmen yaşanan tatminsizlikle insan doğasındaki çelişkinin şiddetini yansıtıyor. Sürükleyici anlatımı ve Ji-woon Kim‘in alameti farikası olan görkemli kamera hareketleriyle soluksuz bir akışa sahip Şeytanı Gördüm. Bu nedenle aslında karakterleri derinleştirememesi göze batmıyor. Zaten amacı psikolojik bir drama anlatmak değil, karakterlerin filmin kavramsal temeline hizmet edecek kontürlere sahip olmasıyla yetiniyor.
Yönetmenin önceki işlerini biliyorsanız kaçırmak isteyeceğinizi sanmıyorum, kim olduğunu bile bilmiyorsanız tanışmak için iyi bir fırsat. Çünkü bence daha iyi olan eski işlerini seyretmek için istek duyacak ve beklentilerinizi karşılayacağı için memnuniyet verici bir vesile olduğunu düşüneceksiniz.
[ Deniz Akhan ]
Bu yıl Sundance Film Festivali’nde gösterilen ilginç filmlerden biri olan 2010 Norveç yapımı The Troll Hunter (Trolljegeren), yani Troll Avcısı “mockumentary” türünün öne çıkan örneklerinden bir olmaya aday.
Bir grup öğrenci belgesel çekmek üzere Kuzey Norveç kırsalında ayı avcısı sandıkları Hans’ın peşine takılırlar. Kısa bir süre sonra Hans’ın aslında ayı değil, İskandinav halk masallarının korkunç yaratıkları olan Trolleri avladığı ortaya çıkar. Troller gerçektir ve devlet modası geçmiş yöntemlerle (yoka klasik mi?) olsa da yerleşim yerlerine yaklaşan bu dev yaratıkları gizli gizli yok etmektedir. Biraz X-Files, biraz Cloverfield, biraz da Ölülerin Günlüğü (Diary Of the Dead)… The Troll Hunter, Norveç sinemasının son dönemde yaptığı çıkışın haklılığını kanıtladığı gibi, genç yönetmenlerinin yakın gelecekte anaakım sinemada daha fazla söz sahibi olacağını gösteriyor.
[ Landlord ]
Zor Hedef
À bout portant
Yönetmen: Fred Cavayé
Senaryo: Fred Cavayé, Guillaume Lemans
Oyuncular: Gilles Lellouche, Roschdy Zem, Gérard Lanvin, Elena Anaya
Yapım : 2010, Fransa, 84 dk.
İyilik yap denize at demişler. Ama hayat (ya da sinema) insanın peşini öyle kolay bırakmıyor: Karısının doğumunun yanısıra hemşirelik (hastabakıcılık?) sınavı da yaklaşan dürüst aile babası Samuel Pierret (Gilles Lellouche), yorucu bir gece nöbetinde ders çalışırken, bir kovalamaca sırasında trafik kazasına uğramış Hugo Sartet’i (Roschdy Zem) suikastten kurtarır. Sabah evine dönüp karısına yaptığı kahramanlığı anlatırken saldırıya uğrar. Kendine geldiğinde karısı ortada yoktur ve telefondaki ses Hugo’yu hastaneden çıkarmadığı takdirde karısını bir daha göremeyeceğini söyler. Çaresiz kahramanımız, Hugo’nun başında nöbet tutan polis memuruna saldırmayı (dolayısıyla bütün polis teşkilatının gözünde suçlu durumuna düşmeyi) göze alarak söyleneni yapar. Olaylar geliştikçe Hugo’nun da büyük bir komplonun kurbanı olduğunu ve bu işten sıyrılmak için onunla işbirliği yapması gerektiğini öğrenir.
Fransa’da Luc Besson‘un ayyuka çıkardığı Hollywood etkisi bu filmde de görülüyor. Ancak önceki örneklerde görülen abartılı aksiyon sahnelerine yüz vermediği için daha cana yakın bir film Zor Hedef. Böylesi ticari filmlerde alışılmış mantık hataları ve boşluklardan nasibini almış elbette (motorsiklet çarpmış bir adamı adrenalin vererek ayağa dikmek pek mümkün olmasa gerek), ama asıl kusuru Hugo’nun dahil olduğu yeraltı dünyasını ve Fransa’nın karanlık arka sokaklarını yansıtma fırsatını tepmesi, kardeşiyle ilişkisini derinleştirmediği için karakteri boşlukta bırakması. Buna rağmen mütevazı hikâyesinin ve vaadinin karşılığını verdiğini söyleyebiliriz. Eğer can sıkıntınızı giderecek bir eğlence arıyorsanız 84 dakikalık bu filme şans verebilirsiniz. Seyredemediğiniz için üzülmenize de hiç gerek yok.
[ Deniz Akhan ]