Ramazan ayının bereketi ile beraber (bakınız Somali ve Libya) Ağustos ayının son haftasına girerken vizyondaki durgunluk biraz olsun kaybolmuşa benziyor. Yeryüzündeki Son Aşk filimini bir kenara bırakırsak bu haftanın filmleri sinemanın “eğlence” unsurunu ön plana alan yapımlar. Bizim haftanın filmi olarak seçimimiz ise canavar/uzaylı istilası türünün klişelerinden zekice nasiplenen ve yeni İngiliz mizahının son temsilcisi olan Uzaylıların Şafağı.
Bu arada okuyucularımıza Ters Ninja‘nın da senelik izninin tamamını(!) kullanacağını belirtelim. Bir hafta boyunca arşivimizden seçtiğimiz eski yazılarımızı yayımlayacağız. Önümüzdeki cuma ise eski hızımıza hız katarak yolumuza devam edeceğiz. Herkese iyi seyirler…
Karısı Amanda (Carla Gugino)’dan dostça ayrılan, iki çocuğunu, yalnız hafta sonları görebilen Mr. Popper (Jim Carrey), Manhattan’daki büyük bir emlak şirketinin çok başarılı ve dolayısıyla da gözde bir elemanıdır.. Son olarak, eski bir tavernanın satın alınması çalışmalarını -özel sekreteri Pippi (Ophelia Lovibond)’nin de yardımıyla- sürdüren Mr. Popper’ın süper lüks apartman dairesine, önce, içinde dondurulmuş bir penguen bulunan bir koli, daha sonra da tam beş adet penguen içeren diğer bir koli gelir.. Eve uğradığı pek görülmeyen kaptan babasından çocukluğu süresince dünyanın her tarafından çeşitli hediyeler almaya alışkın Popper’a gelen bu son hediye -doğrusu- fazlasıyla değişiktir.. İlk önceleri bunlardan kurtulmanın peşine düşen Popper, daha sonra, yarım düzine şirin pengueni görüp de çok hoşlanan çocuklarını kırmamaya ve -kutup şartları oluşturduğu- evinde, kendilerine bakmaya karar verir.. Ancak şimdi de karşısına, hayvanları daha uygun bir yere taşımanın derdindeki ‘inatçı’ hayvanat bahçesi yetkilisi Nat Jones (Clark Gregg) çıkar ki, seyreyle gözüm çıkacak şamatayı..
Bilgisayar takviyeli ‘şirin ötesi’ penguenlerin ve yaradılıştan destekli ‘komik ötesi’ Jim Carrey‘nin buluştuğu Babamın Penguenleri, mesleğinden başka bir şey düşünmeyerek ailesini ihmal etmiş bir adamın -penguenlerin de yardımıyla- aklının başına gelme sürecini, bilinen kalıplarla ama yerinde duramayan bir Jim Carrey aksiyonuyla anlatan bir film..
Genel olarak ‘suya sabuna dokunmayı’ tercih etmeyen, hâzâ bir aile komedisi olarak da değerlendirilebilecek filmin hitap ettiği kesim, zaman zaman okul öncesi seviyesine kadar inmekteyse de bir zamanlar sık sık görmekten, bizzat “öeehh!” deme noktasına geldiğim, klâsik Jim Carrey sululuklarını özleyen bâzı büyüklere iyi gelme ihtimalini de gözden kaçırmamalı..
[ Numan Serteli ]
Kolombiyalı: İntikam Meleği
Colombiana
[xrr rating=2.5/5]
Yönetmen: Olivier Megaton Senaryo: Luc Besson, Robert Mark Kamen
Oyuncular: Zoe Saldana, Jordi Mollà, Cliff Curtis, Lennie James, Michael Vartan
Yapım: 2011, ABD, Fransa, 107 dk.
Kolombiyalı bir suç örgütü için çalışan babası ve annesi gözleri önünde katledilen 9 yaşındaki Cataleya katillerin elinden kurtulmayı başarır. Hayatta tek bir amacı vardır artık. Öldürmek üzerine uzmanlaşmak ve ailesinin intikamını almak.
Luc Besson’u “Fransız Sineması’nın başına gelen en iyi şey” olarak tarif etmemin üstünden epey süre geçti. Keza böyle düşünmeme yol açan bir kariyer dönemi nihayete erdirdiği Beşinci Element (The Fifth Element) filminin üstünden de… 1997’den beri yalnızca sektöre hizmet eder bir görüntü sergiliyor Besson çektiği, yazdığı ya da yapımcılığını üstlendiği filmlerle. Bol bol kendini tekrar ediyor, klişeleri dibine kadar kullanıyor, servetine servet, gücüne güç katıyor. Bir tek, senaryosunu yazdığı 2005 yapımı Kır Zincirlerini (Unleashed) filmine istisna muamelesi yapabilirim bu bahiste.
Kolombiyalı: İntikam Meleği, Besson’un Nikita takıntısının; ‘femme fatale’ fetişinden vazgeçemeyişinin; narin hatlı, zayıf, akrobatik kadın bağımlılığının yeni bir sonucu. Dolayısıyla yeniden bir Besson estetik tercihlerine mahkum ediliş. Filmin hikayesi ABD’de geçse de, teknik olarak bir Hollywood yapımı olsa da pek çok Fransız aksiyonunda karşımıza çıkan inandırıcılık sorunu, senaryo boşlukları ve hikayenin kurguda değil sıkıştırılarak küçültüldüğü hissi Kolombiyalı’da da mevcut. Neyse ki filmin işçiliği sağlam, temposu yerinde de sorunsuz bir seyir keyfi sunuyor size. Yine de vasat ya da vasatın bir tık üstü yazabiliriz filmin karnesine.
[ Landlord ]
Uzaylıların Şafağı
Attack The Block
[xrr rating=3.5/5]
Yönetmen: Joe Cornish Senaryo: Joe Cornish
Oyuncular: Nick Frost, Jodie Whittaker, John Boyega, Terry Notary, Luke Treadaway
Yapım: 2011, İngiltere, 88 dk.
Londra’nın varoşlarında can pazarı yaşanıyor, ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında. Üstelik bu alışveriş mahallenin gençleriyle uzaylılar arasında. Evet, yanlış duymadınız… Uzaylılar!
2004 yapımı Zombilerin Şafağı (Shaun of the Dead) filminde yaşayan ölüleri işçi sınıfının üstüne musallat eden İngiliz yapımcılar, şimdi de altsınıfın yeniyetmelerinin üstüne uzaylıları salıyor. Bu kez Simon Pegg yok ama o hikayedeki kankası Nick Frost yine kadroda.
Filmi izlerken üzerinizde belki bir Zombilerin Şafağı etkisi oluşmuyor, ancak son yıllarda özellikle suç filmlerinde gördüğümüz o İngiliz altsınıfı fırlama mizahı yine günü kurtarıyor. Zombilerin Şafağı nasıl Yaşayan Ölüler sine-mitosundan besleniyordu, Uzaylıların Şafağı da 80’lerin Gremlinler (Gremlins, 1984), Critters (1986) ve Yer altı Canavarları (Tremors, 1990) gibi gözde canavar istilası filmlerinden doyasıya sebepleniyor, çok da iyi ediyor. Eğlenceli, zeki, sürükleyici… Uzaylılar’ın Şafağı harcadığınız parayı ve zamanı fazlasıyla hak ediyor.
[ Landlord ]
Yeryüzündeki Son Aşk
Perfect Sense
Yönetmen: David Mackenzie Senaryo: Kim Fupz Aakeson
Oyuncular: Ewan McGregor, Eva Green, Connie Nielsen, Stephen Dillane
Yapım: 2011, Almanya / İngiltere / İsviçre / Danimarka, 92 dk.
Kadınlara bağlanmakta sorunları olan yetenekli yemek şefi Michael ve uzun bir süredir kendini işine adayıp özel hayatından vazgeçmiş dematolojist Susan arasındaki ilişki, tüm dünyada insanların duyularını sırayla yok eden salgın bir hastalık ile bambaşka bir boyuta ulaşır. İnsanlık hazin bir sona yaklaşırken tek umut ışığı Michael ve Susan arasındaki aşktır.
Konuyu bu şekilde aktarınca romantik bir sululukla karşı karşıya olduğunuzu düşünebilirsiniz, ancak Tutku Nehri (Young Adam, 2003) ve Çapkın (Spread, 2011) filmleriyle tanınan David Mackenzie‘nin durgun anlatımıyla insanlığın gerçek değerleri üzerine fikirlerini aktardığı, oyuncularından güç alan, stilize bir iş çıkardığı söyleniyor. İnsanlığın kaybettiği ilk duyunun koku olması da Marcel Proust‘un Geçmiş Zamanın İzinde romanına bir nazire olsa gerek. Salgın hastalık deyince gerilim, telaş, kitlesel histeri ve korku içindeki kahramanların maceralarını bekleyenlerin aradıklarını bulacaklarını sanmıyoruz, ama karakter derinliğini önemseyen drama severleri tatmin edeceğe benziyor.
Yeşil Fener
Green Lantern
[xrr rating=3/5]
Yönetmen: Martin Campbell Senaryo: Greg Berlanti, Michael Green, Marc Guggenheim, Michael Goldenberg
Oyuncular: Ryan Reynolds, Blake Lively, Peter Sarsgaard, Mark Strong, Jay O. Sanders, Temuera Morrison, Taika Waititi, Angela Bassett, Tim Robbins
Yapım: 2011, ABD, 114 dk.
Efendim.. Belki sizin haberiniz yoktur ben söyleyeyim.. Evrenimizdeki barışı, adaleti ve düzeni, Yeşil Fener Birliği (Fenerbahçe ile hiçbir ilgisi yok!) adında, gücünü yaratım iradesinin toplamını temsil eden yeşil enerjiden alarak sağlayan bir kuruma borçluyuz.. Evrenin en önemli Yeşil Fener savaşçılarından biri olan Abin Sur (Temuera Morrison), kurulu barış düzenini tehdit eden Parallax adlı kötücül bir gücün saldırısına uğramış ve aracıyla birlikte, uzaydan dünyaya düşmüştür.. Abin Sur, ölmeden önce parmağındaki süper yüzüğü, onu hak edecek bir dünyalıya vermek zorundadır.. O seçilmiş kişi, ABD’nin -dolayısıyla da Dünya’nın- en yetenekli, en yakışıklı ve en cesur erkeği olan, pilot Hal Jordan (Ryan Reynolds) olur.. O artık, istediği zaman uzayın en derinlikleri de dahil, her yere uçarak gidebilen, düşündüğü her şeyi de anında yaratabilen bir Yeşil Fener olup -Parallax dahil- bilumum kötülüklerin de bir numaralı düşmanıdır.. Bu ‘süper olay’ öncesinde Hal Jordan, uçak kazasında ölen pilot babası gibi bir test pilotuydu.. Bu oğlana âşık olduğu, bakışlarından belli olan Carol Ferris (Blake Lively) de, babasına ait havacılık şirketinde Hal’le birlikte pilotluk yapmaktaydı..
Superman ve Batman gibi ‘baba’ kahramanların çizgi romancısı DC Comics‘in bir süper kahramanı olan Yeşil Fener, hem onlar kadar ünlü olmadığından, hem de dilimize çevrilmediğinden olacak, bizde pek tanınmayan bir karakter.. İnsanın ‘korkan’ bir canlı türü olduğunu; bu sebeple de, önemli olanın korkusuz olmak değil, yeri geldiğinde cesaret göstermek olduğunun altını, süresi boyunca çizen Yeşil Fener’in, bir süper kahraman filminin verebileceği en iyi mesajlardan birini verdiğini düşünüyorum.. Dünyada, dolayısıyla da ‘gerçek’ mekanlarda geçen kısımlarını daha çok, tamamen CGI mamulü uzay ve uzaylı görüntülerini ise daha az beğenerek izlediğim, aksiyonu ve esprisi gayet yerinde bu filmi -öncelikle- kendi kahramanıyla, alabildiğine dalga geçebildiği için sevdim.. Neticede, sinemanın koltuğuna oturduğumda, beklentimi yüksek tutup, Christopher Nolan‘ın Batman‘ları mükemmelliğinde bir film değil de, bir kaç ay önce izlediğimiz Thor seviyesinde bir yapım bekliyordum.. Ki bunda yanılmadım ve dolayısıyla da Yeşil Fener’i, sıkılmadan, üstelik epeyi de bi eğlenerek izledim..
[ Numan Serteli ]