Bu hafta vizyona giren beş filmden hepsi de vasadın üzerinde bir seviyede yer alıyor. Ancak hiçbiri de senenin önemli filmleri arasında kendine yer bulabilecek gibi değil. Hatta Kartal ve Özgürlük Yolu filmlerini ideolojik söylemleri nedeniyle kara listeye almanız bile mümkün. Bu nedenle haftanın filmi olarak hak mücadelesine övgü düzen Kadının Fendi‘yi seçiyoruz. Herkese iyi seyirler…
Çömez
CherryYönetmen: Jeffrey Fine
Senaryo: Jeffrey Fine
Oyuncular: Kyle Gallner, Laura Allen, Brittany Robertson, Esai Morales
Yapım: 2010, ABD, 99 dk.
Ivy League’da mühendislik eğitimine başlayan 17 yaşındaki Aaron Milton (Kyle Gallner) burada karşılaştığı hayat dolu ve 34 yaşında okula geri dönmüş Linda (Laura Allen)’ya âşık olunca beklediğinden farklı bir eğitim alır. Aaron’a aşık olan Linda’nın 14 yaşındaki kızı Beth (Brittany Robertson) ile işler daha da karmaşık bir hal alır. Her iki yönde de matematik işe yaramaz, ama bu garip üçgenin her köşesinde büyük bir hayat tecrübesi yatmaktadır.
Cinselliğin ve aşkın, hayattan gerçek beklentilerin keşfi, geçmişin sorgulanması, hayal kırıklığı gibi pek çok alt metne sahip bu hikâyenin görece başarısı bu unsurları elini yüzüne bulaştırmadan, belli bir ritim içinde aktarabilmesinde yatıyor. Öyle ahım şahım bir anlatıya sahip değilse de drama sever seyircinin şans verebileceği bir yapım.
Kadının Fendi
Made in DagenhamYönetmen: Nigel Cole
Senaryo: William Ivory
Oyuncular: Sally Hawkins, Andrea Riseborough, Bob Hoskins, Rosamund Pike
Yapım: 2010, İngiltere, 113 dk.
Yaşanmış bir olayı aktaran Kadının Fendi, 1968 yılında Ford’un Dagenham fabrikasında gerçekleşen grevi anlatıyor. Erkeklerinki kadar zorlu ve vasıf gerektiren bir işi, koltuk döşemelerinin dikimini yapan kadın işçiler, bunun karşılığında sıcaktan pişen, yağmur yağınca çatısı akan bir atölyede erkeklerin yarısı ücretle çalışıyorlar.
Erkeklerin uzun grevlerinde desteklerini esirgemeyen kadınlar, görece sükûnetin sağlandığı günlerde seslerini duyurmaya karar veriyorlar. Kendini ister istemez lider konumunda bulan Rita O’Grady (Sally Hawkins) ilk başlarda kocası da dahil diğer erkek “yoldaş”larının da desteğini topluyor. Ancak mücadele içinde bilinci daha da açılan Rita, sorunun sadece çalışma koşullarında bir iyileştirmeden ibaret olmadığını, işçi olarak erkeklerden aşağı görülmelerinden kaynaklandığını anlıyor. Kadınların erkek egemen bir dünyada ayakta kalmak için ne kadar zorlu bir mücadele verdiğini annesinde bizzat gören Albert Passingham (Bob Hoskins)’ın cesaretlendirmesi ile hedeflerini erkeklerle eşit ücret noktasına taşıyan kadınlar, fabrikayı durma noktasına getirince (koltukları olmayan arabayı kim ne yapsın?) sadece patronların değil, erkek işçilerin de tepkisini toplamaya başlıyorlar.
Kadınların hak mücadelesinin sınıflar üstü bir konumda olduğunu gösteren Kadının Fendi, işçi sınıfı bilincini arka plana atmayan bir film. Gerçek bir olayı aktarmasına rağmen, Ekmek ve Güller (Bread and Roses, 2000) gibi gerçeklik konusunda acımasız ve sert değil, ama farklı bir yoldan da olsa izleyene umut aşılayan bir yapım. Dramatik olarak alışıldık sinema kalıplarına fazlasıyla bağlı kaldığı bir gerçek, ama bunun için yönetmen ve senarist kadar, bu kalıpları dayatan ve izleyicide kör bir talep oluşturan zihniyeti ve koşulları da suçlamak gerek. Kadının Fendi en azından bugün bize çok doğal gelen bir hakkın nasıl bir zorlukla elde edildiğini göstermesi açısından değerli.
[ Deniz Akhan ]
Kartal
The EagleYönetmen: Kevin Macdonald
Senaryo: Jeremy Brock, Rosemary Sutcliff
Oyuncular: Channing Tatum, Mark Strong, Jamie Bell, Denis O‘Hare, Donald Sutherland
Yapım: 2011, ABD, 114 dk.
Romalıları konu alan güzel bir film izleme umudumu giderek yitiriyorum. Son yıllarda izlediğimiz Kral Arthur (King Arthur, 2004), Son Lejyon (Last Legion, 2007), Son Savaşçı (Centurion, 2010) gibi filmler vasat olmaktan ileri gidememişlerdi. Televizyon dizileri (Rome ve Spartacus) ve BBC belgeselleri (Ancient Rome – The Rise and Fall of an Empire gibi) o dönemi anlamak için çok daha mantıklı seçimler. Üstelik daha keyifli seyir ve aklı başında hikâyeler vadediyorlar. Oysa yurtdışında pek bir seyredildiğini duyunca, bir iki kişi de methedince hevesle izlemeye başlamıştım Kartal’ı.
M.S. 140 yılında Roma İmparatorluğu sınırlarını dört bir yöne doğru genişletmekle meşguldu. Britanya Adası’nın güneyini de onlar kontrol ediyordu. Ancak bugünkü İskoçya’nın bulunduğu Kuzey’de kabileler halinde yaşayan barbar (kime göre?) halka diş geçiremiyorlardı. Sonunda çareyi herkes olduğu tarafta kalsın diye İngiltere’nin ortasına bir set (Hadrian Duvarı) çekmekte buldular. Kartal filmindeki olaylar böyle bir ortamda geçiyor işte.
Genç yüzbaşı Marcus Flavius Aquila için aile onurunu kurtarmak çok önemlidir. Babası, 20 yıl önce Kuzey Britanya’ya sefere gönderilen ve bir daha kendilerinden haber alınamayan 9. Lejyon’un kumandanlarından biridir. Lejyon, sancağını, yani meşhur Roma Kartalı’nı kaybettiği için onurunu da kaybetmiş sayılmaktadır. Marcus, Britanya’daki ilk savaşında zekâsını ve cesaretini kanıtlar ama ağır yaralandığı için emekliye sevkedilir. Bu durum onu hiç de memnun etmez. Asker olarak önemli kariyer hedefleri vardır. Aile adını daha yukarılara taşımak istemektedir. Bu sırada 9. Lejyon’un Kartalı’nın Kuzey’de bir yerlerde göründüğü haberi gelir. Marcus hayatını kurtardığı bir köleyle birlikte (ki köle bir Briton veyahut Pikt’tir; neticede adası istila edilmiş, köleleştirilmeye çalışılan taraftandır) Hadrian Duvarı’nı geçerek imkânsız bir göreve atılırlar.
Umut veren bir girizgâhtan söz edilebilir ama hikâyenin sonrası evlere şenlik ilerliyor. Hiçbir ikna ediciliği olmayan olaylar, sahte duygular, eğreti ilişkiler… Kısacası bir kötü yazılmışlık. Akılda kalıcı tarihi bir epikten bekleyeceğiniz aksiyon ve coşku da yok ortada. Bu ikisi olmadan da bir epikten topik bile olmaz takdir edersiniz ki. Ve en önemlisini sona sakladım: Bence kirli bir film Kartal. İstilacı, emperyalist bir anlayışa yağ çeken, kendini basbayağı bugünün Roma İmparatorluğu sayılabilecek ABD ile özdeşleştiren bir film. Marcus’un kurtardığı (bu kurtarış da filmin bir başka saçmasapan mikro-hikâyesi) ve sözde arkadaş oldukları Esca adlı köleyi arsızca kullanarak emperyalist hülyaların hoş gösterilmeye çalışılması, toprağı çalınanın vahşiliğine vurgu yapılarak istilaya, medeniyete PR yapma çabası gözden kaçacak gibi değil. Bu anlamda Esca’ya çizilen kader aşağılayıcı, kişiliksiz ve anlamsız. Aslında hizmet ettiği demagoji açısından anlamlı tabii.
Tecavüzcünün doğru ve iyi karakter olarak resmedildiği; tecavüze uğrayanı, tecavüzceye âşık ederek tecavüzü unutturmaya çalışan hastalıklı bir hikâyenin içindeymiş gibi hissettim kendimi filmi izlerken. İşin acı tarafı Kevin McDonald bugüne dek düzgün işler çıkarmış kalburüstü bir yönetmen. Yazık…
[ Landlord ]
Ruhlar Bölgesi
InsidiousYönetmen: James Wan
Senaryo: Leigh Whannell
Oyuncular: Patrick Wilson, Rose Byrne, Ty Simpkins
Yapım: 2010, ABD, 102 dk.
Josh (Patrick Wilson) ve Renai (Rose Byrne) çifti, üç çocuklarıyla birlikte yeni taşındıkları müstakil evlerine yerleşmeye çalışırken, tuhaf olaylar da arz-ı endam etmeye başlar..
Oldukça rahatsız edici hatta hayattan bezdirici bu olayları yeni eve bağlayan aile, bir süre sonra başka bir eve taşınır ama burada da değişen hiçbir şey olmaz..
Hemen her korku filminin olmazsa olmazları- bu tuhaf olayları sıralamama gerek var mı bilmiyorum.. Hadi kısaca bi değineyim de şu yazının hatırı kalmasın: Yer ABD olduğu için, ‘Knock knock!’ biçiminde çalınan, bakıldığında ise orada kimsenin olmadığı anlaşılan dış kapı; durup dururken açılıp kapanan diğer kapı ve pencereler; kendiliğinden yer değiştiren eşyalar; her taraftan gelen ve etkiyi arttırmak için özellikle bebek telsizinden duyulan acayip sesler; korkunç resimler yapmaya başlayan küçük bir çocuk; bir süre sonra işi iyice abartarak, alenen evde dolaşmaya başlayan, hem korkunç hem de komik görünümlü, âdeta maskeli balodan fırlama tipler..
Bütün bunlar olurken, ailenin ilk çocuğu Dalton oğlan (Ty Simpkins), cümle tıp dünyasının hiç anlam veremediği bir biçimde öylesine derin bir uykuya dalar ki uyanacak gibi değildir..
Bu bir nevi koma durumuna klasik tıp çare bulamıyorsa, alternatif tıp, işte tam da bu günler için vardır elbet..
Belli ki bu işlerde epeyi tecrübesi olan Josh’un annesi (Barbara Hershey), medyum Elise (Lin Shaye)’i tuttuğu gibi eve getirir..
İki yardımcısı ve bir sürü teçhizatıyla eve yerleşen medyum madam, derin uykudaki bizim oğlanla ve de -mümkünse- öteki tarafla irtibata geçmenin yollarını arayıp bulacaktır inşallah..
Bu arada başka filmler de yaptılar belki ama- ilk ortak eserleri olan Saw‘la tanınan, James Wan ve Leigh Whannell, yine Wan‘ın yönetiminde faaliyete geçerek, seyirciyi bir başka açıdan korkutmanın peşine düşmüşler..
Filmin ana eksenlerinden birini oluşturan, eşlerden birinin olaydan etkilenmesi, diğerinin ise bunu pek iplememesi ve bu çatışmadan gerilim yaratılmaya çalışılması, yine hep ezberlediğimiz numaralardan biri.. Buna karşın, oldukça az kullanılan bir tema olarak, ‘astral seyahat’ yerinde bir seçim olmuş.. Ancak, böylesine ‘uçsuz bucaksız’ bir olayın, komşu eve ziyaret ya da odadan odaya yolculuk mertebesine indirgenerek sunulması, farklı olma fırsatını da resmen harcamış..
Konusuna ilk bakışta film ‘Perili ev’ şablonuna oturuyor gibi görünse de, bazı nüanslar yaratılarak oluşturulmuş -o şablona aykırı duran- ‘interaktif’ özellikli ruhani evreni ve en mühimi -benzerlerinin aksine- dini olaya bulaştırmayarak, işin içine papazı, mapazı -olmadı- İsa’yı, Musa’yı karıştırmaması da gayet yerinde olmuş.. Yoksa film iyice klişe batağına gömülürmüş ki kralı gelse onu oradan çıkaramazmış..
İçerdiği sürüyle saçmalığı görmezden gelebilme yeteneğiniz varsa, zaman zaman gerilimini ustaca gerçekleştirirken komiklik yapmayı da ihmal etmeyen bu filmle eğlenceli dakikalar yaşamanız imkân dahilinde.. Öte yandan, finaline bakılacak olursa devamı da gelecek gibi sanki..
[ Numan Serteli ]
Özgürlük Yolu
The Way BackYönetmen: Peter Weir
Senaryo: Keith R. Clarke, Peter Weir, Slavomir Rawicz (Kitap)
Oyuncular: Colin Farrell, Ed Harris, Saoirse Ronan, Jim Sturgess
Yapım : 2010, ABD, 133 dk.
Sławomir Rawicz ve altı arkadaşı 1941 yılında bir Sibirya GULAG’ından (Rusça’da ‘Çalışma Kampları Yönetimi Baş İdaresi’ teriminin kısaltması; suçlu ve devrim/halk düşmanlarının sürgünde çalıştırıldığı kamp) kaçtı. İlk hedefleri Tibet’e ulaşmaktı. Zorlu yolculukları sırasında Devrim’den kaçan küçük bir kızı da yanlarına aldılar. Tibet’e vardıklarında Çin’deki komünist yönetimin hakimiyeti ele geçirdiğini görünce yolculuklarını Hindistan’a kadar uzattılar. Geriye sadece üç kişi kalmışlardı.
Peter Weir‘ın son filmi Özgürlük Yolu‘nun senaryosu Sławomir Rawicz‘in çok satan romanı Uzun Yürüyüş‘ten uyarlanmış. Stalin zulmünü her fırsatta yeren bu hikâyenin en etkileyici tarafı da bu zaten: Gerçek bir olaya dayanması. En büyük kusuru da gerçek olmaması.
BBC‘nin hazırladığı bir belgesel Sovyet Rusya’daki kayıtlara ulaşarak Rawicz‘in gerçekten de bir GULAG’da bulunduğunu, ama 1942’deki genel af sonucunda serbest bırakılıp İran’a gönderildiğini ortaya çıkarmış. Daha sonra sağlık sorunları nedeniyle geçtiği Filistin’deki kayıtlar da bu durumu pekiştiriyormuş. Witold Gliński ismindeki bir Polonyalı asker 2009’da ortaya çıkıp kitapta yaşananların doğru olduğunu, ama Rawicz‘in değil kendi başından geçtiğini iddia etmiş. O dönemde Kalküta’da bulunan bir istihbarat subayı olan Yüzbaşı Rupert Mayne Sibirya’dan kaçtığını iddia eden üç kişiye rastladığını söylemiş, ama ne Rawicz‘in ne de Gliński‘nin ismini vermiş.
Bu durum Stalin döneminde yaşanan acıları görmezden gelmek için bir bahane değil elbette. Ancak filmin bunu bir anti komünizm propagandasına çevirmesine uzun itirazlarımın olması da doğal. Uzun olduğu için burada aktarmak pek mümkün değil.
Dramatik olarak baktığımızda da Peter Weir‘ın diğer filmlerine kıyasla bir derlenememişlik, sarkmışlık hissi oluşturuyor. İster kurmaca ister gerçek karakterlerin deneyimlerini aktarma konusunda zaman zaman ortaya çıkan bir zorluktan kaynaklanıyor bu. 6500 km.lik bir yolculuğu aktarırken cefalarla dolu bir yolun uzunluğuna odaklanırsanız seyircide bir bıkkınlık yaratırsınız, karakterlerin derinliğine odaklanırsanız yaşanan zorlukları seyirciye yeterince geçiremezsiniz. Zor bir denge. Peter Weir‘ın bu dengede çok ustalıklı bir iş çıkardığını söyleyemem, ama sonuç o kadar da kötü değil.
[ Deniz Akhan ]