Bu hafta hava parçalı bulutluydu, vizyona yeni giren filmler de öyle. Üstelik geçen haftadan sonra sayıları da az geliyor insana. Ama büsbütün boşta değiliz, Annemi Öldürdüm sayesinde uzun yıllar takip etmeyi umduğumuz bir yönetmenle tanışıyoruz. Bugün annemle yaptığım sıcak sohbetten sonra filmin ismi daha bir çarpıcı geldi gözüme.
3 Harfliler: Marid Yönetmen: Arkın Aktaç
Senaryo: Murat Toktamışoğlu
Oyuncular: Gülseven Yılmaz, Özgür Özberk, Serap Üstün, Taner Ertürkler, Ufuk Aşar, Kayra Simur
Yapım: 2010, Türkiye, 80 dk.
Geceleri çocukluğumda okuduğum bütün duaları yeniden okumaya başladım!
Film çekimi sırasında aklıma setten kaçmak geldi!
2,5 yaşındaki oğlum evde tavanı işaret ederek “O geldi,” deyince eşimle çok korktuk!
Yukarıdaki cümleler filmin basın bülteninden. Bir korku filmi için oldukça kolpa bir tanıtım çabası. Filmin basın gösteriminden geç haberim oldu, izleyemedim, ama sırf şu sözlerden bile filmin kötü olduğuna kanaat getirebilirim. Kısmetse Landlord‘la beraber izleyeceğiz, ancak Sert-Elli Numan‘ın yorumu kanaatimde haksız olmadığımı gösteriyor.
Filmin konusunu basın bülteninden aynen aktarırken anlatımdaki ustalığa dikkatinizi çekmek isterim: Ayla (Gülseven Yılmaz) kocası Serkan (Özgür Özberk) ile mutlu bir çifttir. Ayla 11 yaşında (Kayra Simur) öteki alemden gelen bir varlığın musallat olması ile kabus dolu bir üç gün yaşamıştır. O günlerden bugünlere en önemli koruyucusu olan muskasını önceki gün kaybettiği için kendini korumasız ve çaresiz hissetmektedir. Serkan yeni bir muska yazması ve Ayla’yı rahatlatması için bu konularda ismi bilinen İzzet Hoca’yı (Ufuk Aşar) o akşam eve davet eder. Akşam yakın arkadaşları Meltem (Serap Üstün) ve Cem de (Taner Ertürkler) geleceklerdir. Ayla’nın yeniden başlayan kabusları ile herkesin aynı gece Ayla ve Serkan’ın evinde yaşayacağı kabus dolu dakikalar öteki alemden gelen varlığın gücünü ve zalimliğini herkese gösterecektir.
Annemi Öldürdüm
J’ai tué ma mèreYönetmen: Xavier Dolan
Senaryo: Xavier Dolan
Oyuncular: Anne Dorval, Xavier Dolan, François Arnaud, Suzanne Clément, Patricia Tulasne
Yapım: 2009, Kanada, 97 dk.
Benim gibi sinema dehaları(!) 30’unu geçtiği halde adamakıllı tek bir kısa film bile çekmemişken, Xavier Dolan gibi 21 yaşındaki veletlerin iyi uzun metraj filmlere imza atması sinir bozucu. Yönetmenliği yetmezmiş gibi senaryosunu ve başrolünü üstlendiği Annemi Öldürdüm, ülkemizde ilk kez İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti.
Anne ve oğul arasındaki çatışmalı ilişkiyi gündelik hayatın vasati çizgilerini aşmadan, uzun tek planların arasına serpiştirilmiş hızlı imgelerle aktaran Dolan, anlatı odağına genç çocuğu (Hubert) oturtsa bile, anne karşısında tarafgir olmaktan da başarıyla sakınıyor. Ağzın kenarında kalan peynir parçasından yatılı okula gönderilmesine kadar, hemen her konuda bir anda nefretle dolan, bağırıp çağıran, zihninde de olsa annesini öldüren Hubert, eninde sonunda dinginleşip annesinin oğlu oluyor. Bunu garipsemiyoruz, çünkü hem anne bu nefreti sonuna kadar hak eden kötü bir kadın değil hem de yaşanan çatışmaların nedenleri hayatın gerçekten boğucu dertleri arasında kendini gösterecek düzeyde değil. Bu nedenle pek çok sahneye empatiyle yaklaşıyor ve kolaylıkla özdeşlik kuruyoruz. Hayatın belli anlarında sevdiklerimizden mi nefret ettiğimizi, ya da aksine, nefret ettiklerimizi mi sevdiğimizi bilemeyiz zaten -hele ki 16 yaşındayken.
Son filmi Les amours imaginaires (2010) ile son Cannes Film Festivali’nde tekrar övgü dolu eleştiriler alan Xavier Dolan, kuşkusuz gelecekte yakından takip edilmesi gereken bir yetenek.
Açgözlülük iyidir!
1987 tarihli Wallstreet (Borsa) filminde Gordon Gekko’nun sarfettiği bu söz, dönemin vahşi kapitalizmini ve yuppi kültürünü en iyi ifade eden mottolardan biri haline gelmişti. Oliver Stone sadece paranın baştan çıkarıcılığını anlatmakla kalmamış, spekülasyonlar ve kağıt hareketiyle milyonlarca çalışanın kaderiyle oynayan bir ekonomik düzenin yansımasını sunmuştu. Bu sayede Sovyet Rusya’nın son demlerini yaşadığı, muhafazakâr iktidarların sosyal adaleti önemsemeden sermayeye hizmet ettiği bir dönemin ve kapitalizmin ruhu beyaz perdede can buldu.
2007 tarihli finansal kriz, menkul kıymetler piyasasında yaşanan gözü dönmüşlüğü tekrar gösterdi. Mortgage ile tüketim çılgınlığına itilen toplum, şişirme kredilerle cirosunu büyüten yatırım şirketleri, denetim zincirinden boşalan kuduz bir ekonomik düzen milyonlarca kişinin ekmeğine mal oldu. Bunca acıya sebep olan cebi şişkin yöneticiler ise cezalandırılacaklarına, halkın vergileriyle şirketlerini kurtardılar.
Hal böyle olunca, Wall Street’in devamının çekileceği haberi Oliver Stone‘un tükenişi değil, sinemada zamanın ruhunu yansıtmak adına yerinde bir hamle gibi gelmişti bana. Oliver Stone‘dan tam bir anti-kapitalist eleştiri beklemek naiflik olur, ama Amerika’nın en muhalif yönetmeni sıfatına birazcık layık bir iş çıkarması yeterliydi.
Bu filmde Gordon Gekko hapisten salıverilmiş, ama oğlu uyuşturucuya yüzünden ölmüş, kızını da manen kaybetmiş bir baba olarak karşımıza çıkıyor. Hapishanede geçirdiği zaman içerisinde açgözlülükle ilgili fikirleri değişmiş, hatta mortgage borçlanmalarındaki şişkinliğin yaratacağı felaketi öngören açıklamaları ile dikkat çekiyor. Yeşil Enerji sektörüne yatırım toplayan borsacı Jack ise krizin ilk günlerinde iflası kesinleşen ve intihar eden akıl hocası Louis Zabel’in intikamını almak için sevgilisi Winnie’nin babası Gordon’dan yardım istiyor.
Filmin iki kusuru var: Birincisi, filmin ilk yarım saatinde yoğun ve hızlı bir biçimde akan ekonomik terimler pek çok seyirci için anlaşılması güç. İkincisi, dramatik kurgusu ilk film düzeyinde değil. Öte yandan eleştirel tavrı ve oyuncuları ile dikkat çeken, seyredilmesi gereken bir film.
Eğer ruhlar etrafta dolanıp duracaksa ölümün anlamı ne?
Kardeşimden Sonra filmini seyrettikten sonra bu fikri daha da benimsiyorum. Oysa ki sinemanın fantezi dünyasına kendimi kaptırmaktan gayet hoşlanan biriyim. Taklitler gerçekleri yaşatır derler, ama gerçekler iyiyse zaten hafızalardan kolay kolay silinmez. Bu filmler ise daha da zenginleşebilecek türlerden bıkkınlık duymamıza yol açıyor.
Bu gereksiz filmimizin kahramanları yelkencilik ustası Charlie, kardeşi Sam ve platonik aşkı Tess. İki kardeş ağır bir trafik kazası geçiriyor; Sam ölüyor, Charlie ise ölümden dönüyor. Ancak Sam’in ruhu dünyadan ayrılmıyor, Charlie de her gün batımında onunla beyzbol oynamaya söz verdiği için parlak geleceğini bir kenara atıyor. Ama dünyayı tekneyle dolaşma hazırlıkları yapan Tess, doğru kararı verip vermediği konusunda Charlie’yi tereddüte düşürüyor.
Hikâyedeki mantıksızlık ve tutarsızlıklar yetmezmiş gibi, seyircide yaratmak istediği romantizm ve duygusallık da boş. Sadece Zac Efron‘un hayranlarına hitap edebilecek bir film. Bunun yerine Patrick Swayze ve Demi Moore‘lu Ghost (Hayalet, 1990) filmini seyretmeniz daha iyi. Merak etmeyin, dalga geçmeyeceğim, çünkü ben de seviyorum o filmi.