Hayata bakarken düştüğümüz en büyük hata, mecbur olduğumuz için kullandığımız kavramları hayata üstün tutmamız galiba. Bu durum sinemacıların elinde bir çığ gibi etkisini arttırıp daha çok insanı etkiliyor. İnce zekalarının bin bir zahmetle şekillendirdiği kavramlara uygun olsun diye hayatın gerçekliğini kroki basitliğinde aktarmaya çalışıyorlar. Oysa kavramlar kapsayıcı oldukları kadar iç boşaltıcıdır. David Fincher, geçmişine ihanet edercesine bu yanlışa hizmet ediyor son filminde. Oysa Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor kavram kalıplarımızın dışına çıkmaya çalışan ve elimize avucumuza sığdıramadığımız bir yapıya kavuşan, ama bunun için de yorumlarımızı zorlayan bir film. Vizyona giren diğer filmler ise “olmasa da olur” dedirtiyor.
Tim Burton, jüri başkanı olduğu Cannes Film Festivali‘nde Altın Palmiye‘yi Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor‘a verirken “Güzel, tuhaf bir rüya gibi…” demiş. Tuhaflığına aynen katılıyorum, ama güzelliğinin tartışmalı olduğunu inkâr edemem.
Boonme Amca, böbrek (filmdeki altyazıya göre ise karaciğer) rahatsızlığı nedeniyle ölüme çok yakın olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle sevdiklerini etrafına toplayıp çiftliğini miras bırakarak ölmeden önce huzura kavuşmayı arzular. Bir gece yemek yerken ölmüş eşinin ruhu ve yıllar önce kaybolup hayalet maymuna dönüşen oğlu ziyarete gelir. Boonme Amca ölüm ve yaşamın gizemleri hakkında sorular sormaya başlar.
Filmin konusu ve Tim Burton‘ın övgüsü biraraya gelince insanın aklına fantastik bir masal, hatta Bir Yılbaşı Hikâyesi‘ndeki Miser Ebenezer Scrooge bile geliyor, ama büyük bir yanılgı bu. İsmini telaffuz etmesi ölülere bile rahmet okutacak cinsten olan yönetmen Apichatpong Weerasethakul, sahipleri tarlada karınlarını doyururken kaçan ineği aktardığı sahne ile giriş yaparak dingin bir anlatımla seyirciyi tedirgin etmeyi başarıyor. Daha sonra Boonme Amcanın oğlu olduğunu anladığımız kırmızı gözlü siyah figürün merkezinde olduğu bu tedirginlik, Boonme Amcayı tanıdığımız sahnelerde minimal bir seyre dönüşüyor. Buraya kadar seyircinin kendini akışına bıraktığı hikâye, ruhların ziyareti ile tuhaf bir seyir izleyerek mantıksal ardışıklıktan sıyrılıyor. Filmi anlamlandırmak isteyen seyirci Budizm, karma, reenkarnasyon, Uzakdoğu mitolojisi hakkındaki cahilliğinin aşılmaz bir eşik yarattığı düşüncesinden kopamıyor. Bütün bunlara rağmen filmin tamamen kendi içine gömüldüğünü, kapalı bir simgesel anlatı olduğunu söylemek de güç. “Güzel ve tuhaf bir rüya” ibaresi bu anlamda film hakkında hiçbir şey söylemeden tespitte bulunmayı başarıyor.
Aşka Fırsat Ver
L’âge de raisonYönetmen: Yann Samuell
Senaryo: Yann Samuell
Oyuncular: Sophie Marceau, Marton Csokas, Michel Duchaussoy, Jonathan Zaccaï, Emmanuelle Grönvold
Yapım: 2010, Fransa, 97 dk.
Çocukluğunda yaşadığı hayal kırıklıkları nedeniyle kariyer düşkünü bir kadına dönüşen Margaret, önemli bir nükleer santral ihalesi öncesinde, yedi yaşındayken kendisine yazdığı mektuplara ulaşıyor. Bütün çıkışmalarına rağmen mektupları yıllarca saklayıp kendisine teslim eden yaşlı noterden kurtulamayan Margaret, ister istemez mektupların içine giriyor, gerçek benliğini tekrar hatırlarken çocukluk aşkının da durağına uğruyor.
Yann Samuell, tipik bir kendini bulma hikâyesi aktarırken, özellikle genç Margaret’ın hayalperestliğinde Amélie rüzgârları estirerek sempati topluyor, ama daha sonraki kurgu basamaklarında neden-sonuç zincirinde kopukluklar yaşatıyor ve karakter gelişimine anlam vermemizi engelliyor. Film belki daha gerçekçi bir sona kavuşuyor, ama bu gerçekçiliği temellendirmekten de aciz. Yani, bir “kendini iyi hisset” filmi, ama kendini iyi hisseden sadece Margeret.
Buna rağmen Fransız filmlerini ve özellikle Sophie Marceau‘yu sevenler, Ye Dua Et Sev misali denge arayan orta yaşlı kadınlar Aşka Fırsat Ver-mek isteyebilirler.
Ercan Dalkılıç’ın detaylı film eleştirisini okumak için tıklayın
Düzenli bir işi olmayan ve bebeği kız doğdu diye onu kabullenemeyen bir babanın, okul çağına kadar ev hapsinde tuttuğu kızı Ayşe okul çağında farklı bir zorlukla karşılaşır. Çünkü babası Selim, kendince doğru bildiğini sandığı nedenlerden dolayı okula göndermek istemez. Ayşe okula başlar ama üzerinde baba dayağı ve baskıları yoğunlaşır. Ayşe için her şey bir işkence halini alır.
İlkokulu bitirip liseye başlaması da, babası Selim’in aynı ters tepkilerine yol açsa da, Ayşe liseye yakın çevrede bulunan bir okulda eğitimine devam eder. Sonunda Üniversite sınavları ortaya çıkar. Bu süreçte Ayşe’nin babası Selim, Ayşe’nin yeterince okuduğunu düşünmektedir. Selim’e göre evlenme çağı çoktan geçmiştir. Bu yüzden bir an önce uygun bir delikanlı ile baş göz edip evlendirmesi gerektiğini düşünmekte ve aynı zamanda başlık parasının hesabını yapmaktadır…
Basın gösterimi yapılmadığı için izleyemediğim O Kul filmi klişe, ama bu topraklara ait bir klişeyi aktarma iddiasında. Bir sosyal sorumluluk projesi havasında olması, ülkemizde bu tür iyi niyetli projelerin sinema açısından büyük eksiklikler taşıması filme önyargılı ya da en azından temkinli yaklaşmamızı sağlıyor. Tabii asıl kararı seyrettikten sonra vermek gerek.
Paranormal Activity 2 Yönetmen: Tod Williams
Senaryo: Oren Peli, Michael R. Perry
Oyuncular: Katie Featherston, Micah Sloat, Mark Fredrichs, Amber Armstrong
Yapım: 2010, ABD, 91 dk.
Fısıltı gazetesinin hâlâ en etkili reklam araçlarından biri olduğunu ispatlayan Paranormal Activity devam filmiyle ineğin memelerine yapışmaya devam ediyor. ABD ile aynı tarihte ülkemizde vizyona giren filme ön gösterim yapılmaması burnuma hiç de iyi kokular getirmiyor. İlkini de izlememiş biri olarak ikincisinden hiç heyecan duymuyorum, ama büyük bir sırrın ifşası havaları bende pek merak da bırakmıyor. Buna rağmen ilk filmin hayranlarının ilgi göstereceğinden yana kuşkum yok.
Son Savaşçı
CenturionYönetmen: Neil Marshall
Senaryo: Neil Marshall
Oyuncular: Dominic West, Olga Kurylenko, Michael Fassbender, Imogen Poots, Ulrich Thomsen
Yapım: 2010, İngiltere, 97 dk.
Cehenneme Bir Adım (The Descent, 2005) ile korku türüne nefes aldıran, Doomsday (2008) ile hayal kırıklığı yaşatan Neil Marshall‘ın son filmi. Anlaşılan farklı türlerde eser vererek kendine isim yapmak istiyor (korku, post-apokaliptik bilimkurgu ve tarihi macera). İtirazımız yok, ama filmlerinin seviyesi vasatı aşmadığı takdirde bizim için pek bir anlamı da yok.
Konuya gelince: M.S. 317 yılında Roma İmparatorluğu Afrika’dan Hazar Denizi’ne kadar uzanmaktadır. Ancak Kuzey Britanya sınırlarında Piktler fazlasıyla dişli çıkmış, Roma birliklerini 20 yıldır durdurmayı başarmışlardır. Galyalı Asterix ve şürekası kadar sevimli olmayan Piktler, Tazıhızıdevegücü şurubu yerine coğrafi koşullardan ve gerilla taktiklerinden faydalanmaktadır. Piktlerin esaretinden kurtulup IX. Lejyon’a katılan Yüzbaşı Quintus Dias, Piktli rehberlerinin ihaneti ile kıyımdan geçen birliğinden geriye kalan altı askerle birlikte esir düşen generallerini kurtarmak ve karargaha geri dönmek için kıyasıya bir mücadeleye girer.
Konu itibariyle hiç de itici gelmeyen, hatta seyir keyfi vaat eden film, kaçma-kovalamacadaki vasatlığını savaşın anlamsızlığını ve birey üzerindeki tahribatını sorguladığı çeşitli unsurlarla aşmaya çalışmış, ama daha da çuvallamış. Film ile ilgili daha uzun (hatta gereğinden uzun) bir eleştiriyi önümüzdeki günlerde yayımlayacağız. Şimdilik nitelik arayan seyirciye hitap etmediğini, sürükleyici macera arayan seyircinin de beklentisini düşük tutmasını önerelim.
Facebook gibi dünyanın en çabuk yayılan fenomenlerinden birini yaratıp genç yaşta milyarde olan Mark Zuckerberg‘in biyografisi, David Fincher gibi bir yönetmenin elinden beyazperdeye aktarılırsa insan büyük beklentiler içine giriyor. Oysa bütün bir insan hayatının gizli saklı gerçeklerin ifşasıyla açıklığa kavuşacağını düşünen klişe bir biyografi var karşımızda. Hatta Ben Mezrich‘in Kazara Milyoner kitabının pahalı bir canlandırması da diyebiliriz bu filme.
Zuckerberg‘ün kendini kabul ettirme takıntısının masaya yatırıldığı, hızlı diyaloglarla insanı sersemleten bir sahneyle başlıyor film. Çatal dilli Zuckerberg, kız arkadaşı tarafından terk edilince blog olgusunu olabildiğince sömürüp Harward’ın bilgisayar sisteminin çökmesine neden olacak sitesini ayaküstü yazıyor. Böylece dehası tescillenen kahramanımız, Tyler, Divya ve Cameron‘dan bir arkadaşlık sitesi hazırlaması teklifi alıyor. Bu fikri daha kapsamlı ve kullanışlı hale getiren Zuckerberg, arkadaşı Eduardo Saverin ile birlikte Facebook‘un temellerini atıyor. Proje büyüyüp bir fenomen haline gelince Napster‘ın kurucusu Sean Parker olaya dahil oluyor ve para kazanmaya başlanıyor. Bu aşamada ayağı kaydırılan Eduardo ile fikirlerinin çalındığını düşünen Tyler, Divya ve Cameron tarafından dava açılıyor.
Filmin en büyük hatası da bu noktadan kaynaklanıyor. Filmin kahramanlarını dava öncesi görüşmelerde ifade verirken geriye dönüşlerle hikâyeyi aktarmak, kitaplarda ve haberlerde okuduğumuz olayları canlandırmanın ötesine geçmiyor. Ne sosyal ağ olgusunun ne de Zuckerberg merkezinde insan ruhunun didiklendiğini görebiliyoruz. Filmin sonunda bir avukat tarafından dillendirilen “aslında hiç de kötü olmayan, ama öyle olmak için elinden geleni yapan ergen” tespiti ise vasat ABD gençlik dizilerine yakışır cinsten.
Gençlik ve öğretim hayatı deyince aklına sadece popülarite mücadelesi gelen ticari Amerikan sineması, bağımsız filmlerinde de benliğin keşfi temasından öteye geçemedi. Oysa David Fincher, Se7en ve Dövüş Kulübü gibi filmlerinde metafizik (mistik değil!) bir bakışla hikâye anlatmanın popüler sinema içinde de mümkün olduğunu göstermiş bir yönetmen. Bu nedenle Zuckerberg‘e bakınca kendini kabul ettirmek için yırtınan ve bu yüzden karanlık tarafa geçen bir ergen görmesi bence affedilmez bir hata. Daha doğrusu, sadece bunu görebiliyorsa film çekmesinin anlamı ne?
Filme kaynaklık eden kitap hakkında Turgay Özçelik’in incelemesini okumak için tıklayın